Bir zamanlar kitap okumanın kendisi başlı başına bir törendi. Kütüphanelerde sessizce rafların arasında dolaşır, elimizi sayfaların dokusuna sürer, kitabı yavaşça açar ve kelimelerin bizi içine çekmesine izin verirdik. Kitabın kokusu, sayfanın hışırtısı, kütüphanedeki sessizlik… Bunlar okuma eylemini bir ritüele dönüştürürdü.
Bugünse başka bir çağdayız. Telefonumuzdan, tabletimizden, bilgisayarımızdan okuyoruz. Bir tıkla binlerce kitaba ulaşıyoruz. Artık kütüphaneler sadece dört duvardan ibaret değil; bir uygulamanın içinde, cebimizde bizimle geziyor. Project Gutenberg’den Google Books’a, dijital arşivlerden e-kütüphanelere kadar her şey elimizin altında.
Bu elbette bir nimet. Dünyanın ücra bir köyündeki öğrenci bile, belki eskiden erişemeyeceği bir felsefe kitabını ya da nadir bir tarih kaynağını ekrana getirebiliyor. Ancak bu hızın ve kolaylığın bir bedeli de var: Yüzeysellik. Artık okurken dikkatimizi daha kolay kaybediyoruz. Sosyal medyanın hızına alışan zihnimiz, derin okuma sabrını zor buluyor.
Dijitalleşme kütüphaneleri öldürmedi; aksine onları dönüştürdü. Geleceğin kütüphanesi hibrit olacak: Hem fiziksel hem dijital. Bir yanda rafların arasında yürüyüp kitap seçmenin tadı sürecek, diğer yanda tek bir tıklamayla dünyanın öbür ucundaki nadir bir esere erişebileceğiz.
Mesele artık kitapların varlığı değil, bizim onlarla kurduğumuz ilişki. Teknoloji bize sınırsız erişim sağlıyor ama derin düşünmeyi, sindire sindire okumayı bizim yerimize yapamıyor. Kitap hâlâ bir yol arkadaşı, kütüphane hâlâ bir hafıza mekânı. Fark şu ki bu yolculuk artık daha hızlı, daha erişilebilir ve daha evrensel.
Belki de asıl sorumuz şu olmalı: Dijital dünyanın hızında biz hâlâ okumaya, düşünmeye, kelimelerin büyüsüne zaman ayırabiliyor muyuz?
Savaş Erman