(Öztürk Fidan, İ. (2017). Hedonizmden Püritanizme: Eğitim Felsefesine İlişkin Bir Değerlendirme. Anemon Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 5(3), 579-621. https://doi.org/10.18506/anemon.293190)
Öz
Bir şeyden duyusal ya da tinsel sevinç duyma anlamına gelen haz kavramı tarih boyunca felsefî bir
araştırma konusu olmuştur. Önceleri tek bir bireyin mutluluğuna odaklanan antik çağ öğretileri ön
planda iken aydınlanma çağı ile birlikte tüm toplumun mutluluğuna odaklanan akımlar öne
çıkmıştır. Öte yandan hazlarından vazgeçen ve kurtuluşunu yaratıcısının buyruğunda gören
insanlar, sıkı çalışma ve kazandığını biriktirme yoluyla Püritan çalışma etiği ilkelerini
benimsemiştir. Eğitim politikaları ise okulda ve okul sonrasındaki yaşamlarında bireylerin
mutluluğunu sağlama çabası ile onlara yaşamları boyunca rehberlik edecek etik ilkeleri kazandırma
çabası arasındaki uyumu sağlamayı amaç edinmiştir. Bu çalışmada hedonizm ve püritanizm
akımlarına ilişkin felsefî ve kuramsal tartışmalara yer verilmiştir. Ayrıca tartışma ve sonuç
bölümünde hedonizm ve püritanizmin eğitim örgütleri açısından doğurgularına değinilmiştir.
Anahtar Kelimeler
Hazcılık, Püritanizm, Çalışma Etiği, Kapitalizm, Değerler Eğitimi
Abstract
Pleasure which means to feel sensual or spiritual joy has historically been a philosophical
investigation subject. In the beginning, the ancient age views focusing on the happiness of
individuals were prominent, but along with the enlightenment philosophical thoughts focusing on
the happiness of the whole society came to the forefront. On the other hand, people who quit their
pleasures and seek their salvation in the orders of God, adopt Puritan work ethics through hardwork
and accumulation of capital. Educational policies aim to balance between the efforts to enable
individuals to be happy in their lives and the efforts to equip them with ethical principles to guide
them during their lives. In this study, philosophical and theoretical discussions regarding hedonism
and puritanism were presented. The results of the hedonism and puritanism for educational
organizations were also discussed.
Keywords
Hedonism, Puritanism, Work Ethics, Capitalism, Values Education
1. GİRİŞ
Tarih boyunca toplumsal yapıdaki değişmeler, insan topluluklarının zevk, mutluluk ve
rahatlık içinde yaşamasını da sağlamış; onların türlü acılar çekmesine de neden olmuştur.
Modern öncesi toplumlarda insanlar, kısıtlı tüketim davranışında bulunuyor ve çileci bir
yaşam sürüyorken; kapitalizmin insanlık tarihi sahnesine çıkışıyla birlikte artan üretim
gücü, tüketim üzerindeki doğal sınırlamaları büyük ölçüde kaldırmıştır. Bu durum ise
insan topluluklarını, ürettiklerinden daha fazlasını tüketmeye, yaşamlarını zevk içinde
geçirme isteğine götürmüştür.
Toplumun bireylerin mutluluğunu sağlama çabası ile onlara yaşamları boyunca rehberlik
edecek etik ilkeleri kazandırma çabası arasında, diğer bir deyişle toplumun tarihsel süreç
içerisinde hedonizm (hazcılık) ile asketizm (çilecilik) arasında gidip geldiği ifade
edilebilir. Günümüzde hedonizmin asketizme göre daha çok güç kazanması ise insanlığın
tüketici toplumuna evrilmesiyle kanıtlanmıştır. Bauman (2005: 26), George Steiner’ın
tüm kültürel ürünlerin maksimum etki bırakacak ve hızlı eskiyecek biçimde tasarlandığı
bir dünyada tüketicilerin hiçbir zaman tüketmeye ara vermediklerini; heyecanın
dinmediği, “günaha sokacak” şeylere düzenli olarak maruz kaldıklarını söylediğini
nakletmiştir. Tüketicilerin dikkatini çekme emrini veren “yem”ler, hoşnutsuzluğu bir yol
olarak sunarken şüpheleri sağlamlaştırmaktadır: “Hepsini gördüğünüzü düşünüyor
musunuz? Henüz bir şey görmediniz!” Dolayısıyla insanların kendilerini mutlu
hissetmeleri için daha çok tüketmeleri gerektiğine inandıkları söylenebilir.
Antik çağın Hedonizmi, bireyci bir öğretidir. Hedonizmin eğitime yansıması ise sadece
soyluların eğitim görmesiyle kendini göstermiştir. Günümüzde de sosyo-ekonomik
düzeyi yüksek aileler, çocukları için eğitim olanakları yaratmakta, çocuklarının iyi eğitim
alması için maddî ve manevî kaynaklarını tüketmektedirler. Bu öğrenciler, sınıflarındaki
çeşitli sosyo-ekonomik düzeylerden, kökenlerden gelen öğrencilerle birlikte, tüm
okullarda standart bir biçimde uygulanan öğretim programlarının kazanımlarını elde
etmektedirler. Bu standart öğretim programlarının onların bireysel farklılıklarını ihmal
ettiği yerde sosyo-ekonomik düzeyi yüksek olan bu öğrenciler, özel öğretim
olanaklarından yararlanmakta; eksiklerini telafi edebilmekte; akademik gelişimlerinin
yanı sıra kültürel ve sportif gelişimlerini de sağlayabilmektedirler. Bu öğrencilerin
kendilerini mutlu hissedecekleri varsayılabilir mi? Peki, sözü geçen diğer öğrencilerin
mutlulukları nasıl sağlanacaktır?
Toplumun mutluluğu için bireyin mutluluğu feda edilebilmektedir. Günümüzde genel
mutluluk ilkesi gücünü, adalet ilkesini çiğneyerek hissettirmektedir. Bunu da eğitim,
bireysel farklılıkları göz ardı ederek gerçekleştirmektedir. Toplumun genel mutluluğu
feda edilmeden de tek tek bireylerin mutluluğu sağlanabilir. Bu ise bireylerin
mutluluğunu sağlamak için bireysel farklılıkları göz ardı etmeyen demokratik eğitim
olanaklarının geliştirilmesi ile olanaklıdır. Demokratik eğitim için demokratik eğitim
programlarına gereksinim vardır. Demokratik eğitim programı hedefleriyle, içeriğiyle,
öğrenme yaşantılarıyla ve değerlendirmesiyle bireylerin farklılıklarını karşılamakta; bu
farklılıklar doğrultusunda onların bilgi gereksinimini gidermekte; temel becerilerini
geliştirmektedir (Hotaman, 2010: 40). Liberal demokrasinin savunucularından Dewey ise
"En iyi ve en bilge ebeveyn, kendi çocuğu için ne isterse, toplumun tüm çocukları için de
bunu isteyen ebeveyndir. Okullarımız için başka bir fikir, dar bir bakış açısıdır ve
sevimsizdir. Bu şekilde davranırsak bu, demokrasimize zarar verir." diyerek içeriğin ve
öğretim programının seçiminde tekdüzeliğe karşı çıkmıştır. Diğer bir deyişle liberal bir
demokrasi bireylerin ihtiyaçlarına dayanan amaçlar oluşturmalıdır. Çünkü liberal
demokrasinin meşruiyeti, yurttaşlarının bu amaçları özgürce onaylaması ve sürdürme
kapasitesine bağlıdır (Noddings, 2003: 86- 88).
Bu çalışmada öncelikle hedonizm kavramı ele alınmıştır. İkinci olarak püritanizm
kavramı incelenmiştir. Son olarak hedonizm ve püritanizmin eğitime yansımaları
tartışılmıştır. Kavramsal tarama modelinde desenlenen bu çalışmanın amacı, öğrencilerin
bireysel mutluluğunu sağlama çabası ile birlikte öğrencilerin, toplumun ortak değerlerini
benimsemesinde onlara yol gösterici olan etik değerleri kazandırma çabasının ortaya
konulmasıdır.
2. HEDONİZM
Hedonizm, Sokrates'ten sonra kurulan Klasik Yunan felsefe okulu Kirene tarafından
temsil edilmiştir (Audi, 1999: 200). Kireneciler radikal olarak öznelci bir epistemolojiyi
savunmuşlardır. Buna göre anlık algıların ve hislerin ötesinde bir şeye erişmemiz
mümkün değildir. Bu nedenle mevcut anın hazları ötesindeki hazları amaç edinmek
anlamsızdır. Hatırlanan ve umulan hazlar, mutluluğun kurucu unsuru olup mevcut hazza
katkı yaptıkları sürece değerlidir (Stroll vd., 2008: 32). Haz, mutluluktur. Doğru eylemin
ne olduğu da buna göre tanımlanır. Ahlâkî eylem, ancak haz getiren veya hazzı amaçlayan bir eylem ise doğru eylem olur. İnsan eylemlerinin son ereğinin bedensel haz olması
olağandır. Çünkü insanlar, yaradılışları gereği, doğallıkla acıdan kaçınıp hazza yönelen,
haz peşinde koşan varlıklardır (Özlem, 2010: 62). Aristippus'a göre haz, ruhsal durumları
içermeyen bir duygudur. Mutluluk bilinçli olarak seçilmekte olan değil; amaçlanandır
(Audi, 1999: 201).
Anniceris’e göre akıllı bir insan dostu için iyi niyetten dolayı hazlardan vazgeçmeye razı
olandır ve ülkesi için fedakârlık edebilir. Hazzı yegâne iyi olmaktan ziyade başlıca iyi
olarak kabul etmiş görünmektedir (Stroll vd., 2008: 33- 34). Tanrıtanımaz Theodorus'a
göre, zevk arayışı ve kederden kaçma, her bir kararda ve eylemde nihaî açıklama
sağlamalıydı. Böylece zevk ve keder sonul amaçlar olabilirdi. Zevk dolu bir yaşam, geniş
kapsamlı bir son olabileceğinden dolayı, zevk dolu bir yaşam sürme hedefi, tüm planları
ve çabaları düzenlemiş olmalıydı. Fiziksel zevk ve acı “aradakiler” (intermediates)di. Bu
terim, Metrodidact'ın “aradaki koşullar” (the intermediate condition) olarak adlandırdığı
ne acının ne de hazzın duyulduğu terimi hatırlatır (Lampe, 2015: 148).
Hecato'nun "On Goods" ve Chrysippus'un "On the Morally Beautiful" adlı eserlerinde
iyinin güzel olduğu ya da iyinin de güzele benzer bir etki yarattığı savunulmuştur. İyiler,
sağduyunun, adaletin, cesaretin, ölçülülüğün erdemini içerirken; bunların karşıtı olan
kötüler de ahmaklığı, adaletsizliği içermektedir. İyi ya da kötü olmayan diğer bir deyişle
insana fayda sağlamayan ya da zarar vermeyen yaşam, sağlık, haz, güzellik, kuvvetlilik,
zenginlik, iyi şöhret, asil olmak ve karşıtları olan ölüm, felaket, acı, çirkinlik, zayıflık,
yoksulluk, şeref yoksunu olmak, asil olmamak nötr şeylerdir. Bu gibi şeyler kendiliğinden
iyi değildir; ahlâkî olarak nötrdür; aradadır. Bu nedenle "tercih edilen şeyler" altında
konumlanır (Laertius, 1925: 207- 209). Haz bilgeliği izlediği için tamamen iyi; keder
aptallığı izlediği için tamamen kötüdür. Aptallık ve adaletsizlik, arada olanlar ile ilgili
olarak kedere neden olan yanlış inançlar geliştirilmesine yol açar. Bilgelik ve adalet ise
kederi yok eden doğru inançlar geliştirilmesine yol açar. Bu nedenle bilgenin erdemi,
onun birincil haz kaynağıdır (Lampe, 2015: 153- 167).
Theodoros yaptırımı, sadece kamuoyunun değersiz bir önyargısına dayandığı temelinden
hareketle, uzlaşmaya dayalı ahlâka karşı çıkmıştır. Akıl tarafından yönlendirilmiş zihinsel
hazzı en yüce arzu edilen, akılsızlığın ürünü olan acıyı da en yüksek derecede arzu
edilmeyen olarak ele almıştır (Stroll vd., 2008: 34). Çiçero'nun "Tusculan Disputations"
adlı kitabında söz ettiği Hegesias ise "The Man Starving Himself to Death" başlıklı
eserinde açlıktan ölmekte olan bir adamın, arkadaşlarına, insan yaşamının haz vermeyen
yönlerini sıralamasından söz eder. Hegesias, insanın kendini öldürmesinin bilge bir
adamın yapacağı bir iş olduğunu savunmuştur. Belli başlı hazlara ulaşma araçlarının
kendisi acı vericidir. Hiçbir insan ne tür hislere sahip olacağını tamamıyla kontrol
edemez. Dolayısıyla ölüm diğer bir ifadeyle bilincin yokluğu ne iyi ne de kötüdür; fakat
kötü ile arasında bir bağ olan yaşamdan daha iyidir. Bu nedenle intihar rasyoneldir
(Matson, 1998).
Hazcılık, psikolojik hazcılık ve ahlâkî hazcılık olarak ikiye ayrılmaktadır. Psikolojik
hazcılık, insanın her türlü bilinçli eylemlerinde haz peşinde koştuğunu söyleyen bir
psikolojik kuramdır (Arslan, 2007: 157). Psikolojik hazcılığın üç ana biçimi vardır:
Birincisi, her insan sadece kendi hazzını ya da mutluluğunu arzular. İkincisi, her insan
sadece kendi hazzını maksimize etmeyi amaçlar. Üçüncüsü, her insan her zaman en güçlü arzusunu gerçekleştirmek ister. Bu kavram, sadece haz verici düşüncelerin eylemleri
harekete geçirdiği teorisini de içerir (Lacey, 1996: 133). Ahlâkî hazcılık ise psikolojik
açıklamayı aşarak insanların hazzın peşinden koştukları gerçeğinden veya gözleminden
hareketle, insanların haz peşinde koşmaları gerektiğini söyleyen ahlâkî kuramdır (Arslan,
2007: 157). Ahlâkî hazcılığın diğer adıyla etik hazcılığın iki ana biçimi vardır: Birincisi,
haz en nihayetinde iyi olandır. İkincisi ise her bir eylem, hazzı maksimize etmeyi
amaçlamalıdır. Eylemde bulunanın hazzını artırmayı amaçlamak şart değildir (Lacey,
1996: 133).
Epikür'ün kurduğu Epikürüsçülüğe göre dünya bölünebilir atomlardan oluşmuş; insan
yaşamı, atomların rastlantısal dizilişinden meydana gelmiştir. Bu nedenle ölümden sonra
yaşam yoktur. Bundan dolayı ölümden sonra acı çekme ve cezalandırılma olmadığı için
insan, yaşadığı anda mümkün olduğunca mutlu olmaya odaklanmalıdır (Preus, 2007: 104-
105). Epikürcülükte haz, "temel olan ve doğuştan gelen gıda"dır. Haz, "fiziksel"e karşı
"zihinsel"i, "kinetik" olana karşı "statik" olanı sürdürür. İkincisi arasındaki ayrım, arzuyu
tatmin eden zevkli süreç ve tatmin edildikçe kabul edilebilir bir iyi olma durumu
arasındadır. Karşıtı olan acı, bu durumun kesintiye uğraması ve ikisinin ortasında bir
şartın olmama halidir. "Zorunlu", "doğal" ve kolaylıkla doyurulan arzular sınırlıdır; fakat
hazdan çok acı getirecek olan ölçüsüz hazlardan da kaçınılmalıdır. Sadece "fiziksel"
olanlar değil; ayrıca "fiziksel" hazlardan daha önemli olan anı, öngörü gibi "zihinsel" haz
ya da acılar da vardır (Flew, 1985: 108). Epikür dostluk, felsefe sohbeti gibi bazı hazların
geliştirilmesi gerektiğini ve iyi hayatın bu türden hazları elde etmekle mümkün olduğunu
savunmuştur (Stroll vd., 2008: 37- 38).
"Köpek gibi" anlamına gelen Kinik, kamuya açık hayat yaşayan Sinoplu Diyojen ile
özdeşleşmiştir (Preus, 2007: 80). Kinikçilik, dünyalarının yıkılması ya da kişisel
ümitsizlik nedenlerinden dolayı hayatları çekilmez hâle gelmiş insanlar için davranış
öngören bir etik kuramdır. Bu çöküş, kısmen Yunan site devletlerinin yıkılmasıyla
başlamış ve İskender’in imparatorluğunun çöküşüyle ortaya çıkan kargaşayla büyük
ölçüde hızlanmıştır. Bu sosyal kurumlar işlemez hale geldiğinde insanlar, doğal olarak
kişisel kurtuluşu nasıl elde edeceklerini düşünmeye yönelmişlerdir ve Kinikçilik bu
soruya bir yanıt önermiştir (Stroll vd., 2008: 46- 47; Preus, 2007: 80). Mutluluk veya
kurtuluş kişinin kendisine dönmesinde, ihtiyaçlarını en aza indirmesinde, dış dünyadan
ve toplumdan bağımsızlaşmasında, onlara karşı kayıtsız olmasında yatar (Arslan, 2007:
151). Kinik Okulu'nun temsilcilerinden Antisthenes, mutluluk için erdemli olmanın
yeterli olduğunu, ruhun vücuttan daha önemli olduğunu savunuyordu. Antisthenes,
kendinden sonra gelen Kinikçilerden farklı olarak mümkün mertebe haz almayı
önemsiyordu. Sinoplu Diyojen, alçaltılmış ahlâkî değerlerin, doğa hakikatleri ile yer
değiştirmesini istiyordu. Diğer bir deyişle, bireyin toplumdan bağımsız olmasını ve
insanın yaşaması için minimum düzeyde şartların yeterli olduğunu savunuyordu. Tebesli
Krates ise insan yaşamında, hazdan daha fazla acı hüküm sürdüğünü, haz- acı dengesi
ölçülebilir olsaydı hiç kimsenin mutlu olmadığının ortaya çıkacak olmasını savunuyordu.
Sinoplu Diyojen ve Krates, mutluluğun, kendi kendine yetebilme olduğunun ve
başkalarına muhtaç olmama halinin asketizm için gerektiğini savunuyordu (Audi, 1999:
200). Kinik öğüdü olan sade ve tutumlu yaşama; evlilik, özel mülkiyet ve şöhret gibi
dünyevî iyiliklerden uzak durma, Hristiyanlık gibi pietistik (takvaya dayalı) dinler tarafından savunulan yaşam tarzını etkilemede büyük rol oynamıştır (Stroll vd., 2008:
49).
Antikçağ Yunan felsefesinin Kamutanrıcı doğa öğretisi olan Stoacılık, mantık (dil
felsefesi), fizik (doğa felsefesi) ve etik (uygulamalı felsefe) ile ilişkili sistematik bir
felsefedir (Hançerlioğlu, 1967: 353; Preus, 2007: 250). Stoacılığın önemli temsilcileri
Chrysippus, Posidonius, Seneca, Epictetus, Marcus Aurelius ve kendisi Stoacı
olmamasına rağmen Stoacılığın görüşlerini derleyen Çiçero'dur (Lacey, 1996: 331).
Stoacılık, Hristiyanlık ile savaşmış; Hrıstiyan felsefesinin ilk dönemlerindeki (Patristik
dönem) kilisenin din adamları, Hristiyanlığın ilk düşünsel savunmalarını Stoacılığa karşı
yapmışlardır (Hançerlioğlu, 1967: 353). Stoacılığa göre mantığın konusu rasyonel
söylemin ilkeleri, doğa felsefesinin konusu olan kozmik aklı yansıtmaktadır. İnsanın
varlığının amacı, akıl yoluyla doğaya uyumlu bir yaşam sürdürmektir. Her hayvanın
doğasına uygun bir içgüdüyle yaşamasında olduğu gibi insanın da yemek araması,
barınması ve kendine eş seçmesi doğaldır. "Doğaya göre olanlar"dan daha değerli ayırt
edici bir noktaya varıncaya dek akıl, her geçen gün doğruluk ve tutarlılıkla artan "uygun
eylemler"i belirlemeye olanak sağlar. Bu durum, doğanın buyruğunun rasyonalitesi ve
onun buyruğuna tam uyumdur. Doğayla uyum içinde davranmak, insanın eylemlerinin
başarılı olup olmadığına bakmaksızın bir erdemdir. Kendi başına erdem, kutsanmak için
yeterlidir (Flew, 1985: 339- 340). Bilge kişi, "doğru muhakame"de bulunarak neyin iyi
ya da neyin kötü olduğuna ilişkin yanılsamasının temeli olan yanlış dürtülerden ya da
tutkulardan arındığı için bilge kişinin değerlendirmeleri her zaman doğrudur. Bilge kişi,
ilahî bir planla mükemmel bir uyum içinde yaşadığında mutlu ve özgür olur. Tüm
insanların yaşamı, bir yaratıcı tarafından önceden belirlenmiştir. Fakat insanlar, iyi ve
kötü olandakine benzer biçimde, eylemlerinin esas nedenlerinden de sorumludur (Audi,
1999: 880).
Antikçağın mutlulukçu öğretileri, bencil öğretilerdir; tek kişinin mutluluğuna
odaklanırlar. Buna karşılık yararcı öğretilerin önemli bir kısmında bir bireyin
mutluluğunun insanlar arasında ve toplumsal yarar çerçevesinde gerçekleşebileceği
düşünülür. Yararcı öğretilere göre insan, doğası gereği bencildir. Ne var ki aynı insan,
zayıf bir doğa varlığıdır da; güçlü pençeleri, keskin dişleri, kalın postu yoktur. İnsan, zayıf
bir hayvan olarak bencilce bir isteğini, güvenlik içinde yaşama isteğini ancak sürü halinde
yaşayarak sağlayabileceğini anladığı anda, birlikte yaşamanın koşullarını da üretmek,
yani toplumsallaşmak zorunda kalmıştır. İnsanda, doğuştan getirdiği bencil eğilimler
yanında, bir de başkalarını gözetme denen bir ilgi oluşmuştur (Özlem, 2010: 70).
Aydınlanma çağında, siyaset filozofları, insanın düşüncelerini eşitlik, adalet, yurttaşlık
hakları, haklı sebep kuralı, yönetilenlerin rızası tarafından yönetilen cumhuriyetin
nosyonları gibi yeni fikirlerle etkilemeye başlamışlardır. O dönemde radikal olan bu
fikirler, yurttaş ve devlet arasındaki ilişkiler merkezinde mevcut düzeni tehdit etmiştir
(Wren, 2005: 30).
Bentham faydacı felsefe geleneğinin bir üyesi ve psikolojik hedonizmin bir taraftarı
olarak görülmektedir. Fayda ilkesiyle diğer ahlâkî standartları kıyaslayarak kaynağını
ahlâkî varsayımlardan alan doğal adalet, doğa kanunu, akıl kanunu gibi kavramların
mutluluk kavramıyla ilişkilendirilmedikçe anlamsız olduğunu belirtmiştir (Bentham,
1823: 37-39). Doğru eylem en çok sayıda insanın en üst düzeyde mutluluğunu sağlamak
ise bireyin görevi de bu amacı gerçekleştirmek olmalıdır. Mutluluk her insanî eylemin ve düşüncenin sonu olup her davranışın sınırlarını o belirlemektedir (Bentham, 1823: 45).
Doğa, insan davranışları üzerinde acı ve haz olmak üzere iki egemen güç yerleştirmiştir.
Doğru ve yanlış standartları ile etki ve tepki zinciri acı ve haz ikilisine bağlıdır. Bütün
insan davranışlarının temelinde bu kavramlar yer almaktadır. Fayda ilkesi insanın bu
bağımlılığının farkındadır ve toplumsal düzen mutluluk bağımlılığını, akıl ve kanunlar
aracılığıyla, görünür ilişkilerin arkasında gizlemektedir (Schofield, 2009: 44-45).
Bentham, kanunlar için en uygun temelin, kamu için iyi olanı artırma eğilimi olduğunu
savunuyordu. Bentham, sosyal sözleşmenin ahlâkî yönüne eleştiri getirmiş; "yasal
pozitivizm" olarak bilinen doktrini savunmuştur. Yasal pozitivizme göre kanunlar, uygun
yetkili makamlar tarafından verilen emirlerdir. Kişi tarafından yasaya her ne tanınırsa
tanınsın ya da yasaları yapma yetkisine sahip kişiler olarak kabul edilenler, hukuktur
(Klosko, 2013: 385).
Toplum, kurgusal bir yapıdır. Bu kurgusal yapının çıkarı, onu oluşturan üyelerinin
çıkarlarının toplamıdır. Diğer bir ifadeyle bireysel olarak yaşanmayan bir mutluluk söz
konusu değildir (Bentham, 1823: 240). En meşru yönetim, herkes için en büyük
mutluluğu sağlayabilecek olandır ve yönetim biçimi sonuçları etkilemektedir. Bu nedenle
demokrasi, en çok insana en üst düzeyde mutluluk sağlayabilir (Bentham, 1823: 66-67).
Yasal- rasyonel otoriteye dayalı günümüz devletlerinin özellikle demokratik rejime sahip
olanları meşruiyet taşımaktadır (Fidan, 2016: 9).
Klasik faydacılığa getirilen eleştiri, klasik faydacılığın, güçlü bir kamu yararı vurgusuna
karşı bağışık bireysel hak kavramlaştırması sunamamış olmasıdır. Çoğunluk yararına
azınlığın haklarının ihlal edilmesini meşrulaştırmıştır (Rawls, 1999: 23-24). John Stuart
Mill ise hem bireyin hem de kamunun yararına siyasi liberalizmin ilgisini bireye
yöneltmiştir (Hardin, 2003: 62). Bentham’ın aksine en çok sayıda toplum üyesinin en üst
düzeydeki mutluluğunun bireyi mutlu edemeyebileceğini fark etmiştir (Kelly, 2009: 382).
Duygu ve düşünce özgürlüğü güvence altına alınmadığı müddetçe, toplum da özgür
olamaz (Mill, 1863: 27-28). Mill (1863: 23) bireysel özgürlüğün kısıtlanmasının ancak
zarar ilkesiyle meşru sayılabileceğini ileri sürmektedir. Medenî bir toplum üyesine
yalnızca diğerlerine zarar vermesini engellemek amacıyla zorlayıcı güç uygulanabilir.
Rawls’a göre Mill de dâhil olmak üzere faydacılar hak ve özgürlükleri, rasyonel arzuların
tatmininin en üst düzeye çıkarılmasının türevi olarak görmektedir (Fitzpatrick, 2006: 124-
126).
Butler, tüm güdülerin haz ve mutluluğa indirgenebileceğinin tam aksini iddia etmektedir.
İnsan motivasyonunun kaynakları karmaşık ve yapısal olarak çeşitlidir. Arzular ve
tutkular kendine özgü amaçların peşinde koşar; mutluluğun kendisi, belli bir amaca karşı
içsel koşullu saygıyı içeren olarak anlaşılmalıdır. Kendi mutluluğunu düşünen bireyin ona
erişmesi mümkün değildir. Butler'ın katkısı, mutluluğun ve hazzın kendisinin, insanın
içsel saygı duyduğu belli amaçlar tarafından tamamlanması gerektiğini göstermek
olmuştur. İnsanın kendisini sevmesi, kendi mutluluğunu arzulaması, insanın diğer
arzularının tatmini için yansıtıcı bir arzudur. Fakat kendini sevme, insanın tek yansıtıcı
arzusu değildir; insan, iyiliksever makul bir ilkeye sahiptir (Audi 1999: 109- 110).
İyilikseverlik ve kendini sevme birbirinin karşıtı olarak varsayılsa da birbirlerine karşıt
değildirler ve her ikisi de insan davranışında sınırsız biçimde kendini gösterir (Flew,
1985: 52). İnsan diğerlerinin refahını, merhamet gibi belirli duygusal katılımdan çok ya
da az bağımsız olarak arzulamayı düşünebilir. Bir insan için doğru olanı, sadece eylemin iyi ya da kötü sonuçları değil; diğer insanlarla olan ilişkilerin ahlâkî niteliği belirler (Audi,
1999: 109- 110).
Özetle antik çağın tek kişinin mutluluğuna odaklanan öğretilerinin yerini aydınlanma
çağına gelinmesiyle beraber toplumdaki tüm bireylerin mutluluğunun sağlanması
almıştır. Akıl aracılığıyla doğru bilgiye ulaşma çabası, doğa bilimlerinin gelişmesini
sağlamıştır. Aydınlanma çağının önemli isimleri, kesin doğrulara ulaşabilmenin ve
bilginin artmasının toplumun mutlu olması ve özgürleşmesiyle gerçekleşeceğini
savunmuştur. Bu akılcı akımlar, toplumsal yapı içerisindeki eğitim örgütleri dâhil olmak
üzere tüm örgütleri etkilemiştir.
2.1. Örgütsel Hedonizm
Pozitivist ya da akılcı (rasyonel) ve Newtoncu akımlar, felsefe, doğa ve fen bilimlerine
yön veren egemen yaklaşımlar olarak 20. yüzyılın başlarında örgütleri de
biçimlendirmeye başlamışlardır. Bu dönemde maksimum üretim, verimli ve etkin çalışma
stili ve tüm süreçlerdeki sıkı kontrol sistemi teorilerin merkezinde olmuştur (Saylı, 2008:
184). Ulaşımda, iletişimde, makine yapımında ve güç kaynaklarında teknoloji ilerledikçe,
eski endüstriler yenilenmiş ve büyük ölçekli girişimlere dönüşecek yeni endüstriler ortaya
çıkmıştır. Chandler'in adlandırdığı kaynak birikimi aşamasında, üretimi etkili ölçekte
başarmada gerekli etkinlikleri koordine etmek için sermaye yoğun endüstrilerde üretilen
iş hacminin hızlanması ve yönetsel hiyerarşinin artması arasındaki ilişki dikkate değerdir
(Wren, 2005: 99). Hukukun, keyfî söylemler yerine akla dayanması; yönetenlerin gücünü,
yönetilenlerden alması; doğal bir hak olarak bireylerin hedeflerini gerçekleştirebilmeleri
için özgürlük; doğal bir hak olarak ve yasal olarak korunan bir hak olarak mutluluğun
izinde özel mülkiyet ve onun kullanımı gibi yeni yönetim biçimine yönelik Locke'un bu
fikirleri, endüstriyel gelişimin sağlam politik temellerinin atılmasını ve "Bırakınız
yapsınlar" ekonomisinin kabul edilmesini sağlamıştır (Wren, 2005: 33). Adam Smith,
Charles Sumner ve John Rockfeller’in öğüt verdiği “Bırakınız yapsınlar” çağının 1860-
1915 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri’nde üretim % 1200 artmıştır. Bu
periyotta servet petrolde, çelikte, kesim ve et işlemede, ayakkabı yapımında ve diğer
yüzlerce endüstride biriktirilmiştir. Meteliği olmadan işe koyulan işadamları, endüstriyel
imparatorluklarını yönetir olmuşlardır. Çalışkan göçmenler servet biriktirmiş; patron olan
işçiler artmıştır. Bazı milyonerler, zenginliklerini göstermek için servetlerini harcarken,
milyonlar da her gece yataklarına aç olarak gitmişlerdir. Milyonlar, endüstriyel kazalarda
ölmüş ya da sakat kalmışlardır. Çiftçiler tarlalarını sürememişler, göçmenler iş
bulamamış, şehir sakinleri çocuklarının eğitimini sağlayamamış ve 10-11 yaşındaki
çocuklar saatliği birkaç sente çalışmaya zorlanmışlardır. İşçilere ödeme yapılamamış ve
ortalama bir insan için yaşam standardı çok zor iyileştirilebilmiştir Ladenburg, 2014).
20. yüzyıl başlarında, maksimum üretim için birey, tek boyutlu mekanik bir varlık
olmaktan öte gidememiştir (Saylı, 2008: 184). Baransel’e göre (1993: 199) klasik örgüt
teorisinin insanın psiko-sosyal yönünü yadsıması ve insanların emekleri karşılığında vaat
edilen şeyin ücret olması, ilişkilerin çıkar ilişkisine dönmesine neden olmuştur. Bu açıdan
“akılcı (rasyonel) insan modeli” olarak belirlenen klasik örgüt teorisinin insan modeli,
hedonizme dayanmaktadır.
Buraya kadar makro düzeyde ele aldığımız örgütsel hedonizmi, mikro düzeyde ele alalım.
Örgütsel kültür, belirli bir grubun dış çevreye uyum sağlamasını ve içsel bütünleşme
problemleriyle başa çıkmasını öğretmiştir. Örgütsel kültür, grubun problemleri
algılamaları, düşünmeleri ve hissetmeleri için yeni gelenlere öğrettikleri ve bu grup
tarafından icat edilmiş, keşfedilmiş veya geliştirilmiş temel varsayımların motifidir
(Schein, 1990). Örgütsel kültür, bir örgütün üyelerini diğerlerinden ayıran zihniyetin
kolektif kodlamasıdır. Hofstede’nin (2014) araştırmaları, örgütsel kültürlerin temel olarak
uygulama düzeyinde birbirinden ayrıldığını göstermektedir. Schwartz ve Sagiv (1995)
birçok kültürde değerlerle ilgili dinî ve felsefî metinlerde yer alan ve araştırmacılar
tarafından tanımlanan değerleri inceleyerek onları motivasyonel olarak ayrı 10 değer
içinde sınıflandırmıştır. Bunlar güç, başarı, hedonizm, harekete geçirme, kendi kendini
yönlendirme, evrensellik, bağlılık, gelenek, uygunluk ve güvenliktir. Görüldüğü üzere
motivasyonel değerlerden birisi de hedonizmdir.
Bireyleri belli başlı eylemde bulunmaya yönelten içsel kuvvetler nelerdir? Bireylerin
eylemde bulunmalarını sağlayan şey nedir? Bu sorulara yanıtlar, Batı Medeniyeti
tarihinde derine kök salmıştır. Hedonizm felsefesi, insanların neden böyle davrandıklarını
özetlemektedir. Yunan filozoflarından 19. yüzyıl felsefecileri olan Adam Smith, Jeremy
Bentham ve John Stuart Mill’e kadar açıkça belirtildiği üzere hedonizm, davranışı,
acı/haz ilkesi açısından şöyle açıklamaktadır: Organizmalar hazzı artırmaya ve acıyı
azaltmaya çalışır. Psikolojik analizi biçimlendiren iki kavram olan içgüdü ve bilinçaltına
bakmak gerekir. Bu iki kavram, motivasyonu anlatan ana yaklaşımlardan biri olan güdü
ya da gerilimi azaltma yaklaşımının merkezini oluşturmaktadır (Vasu vd., 1998: 60- 61).
Evrim teorisiyle ya da doğal seçilim teorisiyle bilinen Darwin’in düşüncesine göre
motivasyon kalıtsaldır. Bu düşünce sonradan içgüdü olarak bilinmeye başlamıştır. İçgüdü
teorisi, insanların bilinçdışı motivasyon tarafından güdülendiğini belirtmektedir. Açlık,
cinsellik ve hayatta kalmayı içeren içgüdü örnekleri psikologlar tarafından derinlemesine
çalışılmaktadır. İçgüdü teorisiyle yakından ilişkili olan Hull’un Güdü Teorisi, temel
biyolojik ihtiyaçlardan kaynaklanan güdülerden davranışın meydana geldiği motivasyon
teorisidir. Bu teori, gayret edilen hedeflerin arkasındaki mekanizmayı açıklamaya
çalışmaktadır (MacMillan, 2006: 214- 215).
Hedonizm felsefî bir kavram olmakla birlikte psikoloji ve sosyal psikolojinin de bilimsel
ilgi alanlarından biri haline gelmiştir. Bireydeki olumlu güçleri harekete geçirerek onu
belirli bir özneye, nesneye, kavrama ya da sembole yaklaştırmak için ödüller, kavram ya
da sembolden uzaklaştırmak için cezalar kullanılarak bireyin davranışlarını yönlendirme,
motivasyona ilişkin konulardan biri olarak tartışılmaktadır (Tolan, 1991’dan aktaran:
Anık, 2000: 84). Uygulamada, hedonizm, “havuç” ve “sopa” yaklaşımı olarak
bilinmektedir. Bu nedenle iş yaşamında, insanların, haz alma (para ya da övgü olarak) ya
da acıdan kaçınma (az ödeme ya da işini kaybetme gibi) beklentisiyle motive oldukları
görülmektedir. Bugün bile neredeyse tüm motivasyon teorileri bir biçimde hedonizm
kavramına dayanmaktadır (MacMillan, 2006: 214). Hedonizm, diğer bir deyişle kendini
iyi hissetme, ödüllere ulaşma (havuç) ve acıdan kaçınma (sopa) motivasyon ile ilişkilidir.
Bazı bireyler, ceza yerine ödül ile etki altına alınmaktadırlar ki bu bireyler, ödülün
mütehakkim olduğu bireylerdir. Bazı bireyler de rahatlarının kaçmasını önleme ihtiyacı
hissetmektedirler (Meyer ve Evans, 2003: 154- 155).
Alanyazında örgütsel hedonizm hakkında yapılmış çalışmalara da rastlanmaktadır.
Örneğin, Erdemli'nin (2015: 216) çalışma etiğine ilişkin çalışmasında, hedonist çalışma
etiğini benimseyen, başka bir ifadeyle, başarının, sıkı çalışmadan değil de dışsal
faktörlerden kaynaklandığını ifade eden ve pragmatik bakış açısına sahip olan
öğretmenler, yüksek ücreti kariyere göre daha önemli bulmakta ve sonucunda psikolojik
olarak işten geri çekilme davranışı göstermektedirler. Diğer bir çalışma da öğretmenlerin
ve okul müdürlerinin konu edinildiği bir çalışmadır. Fırat (2010) öğretmenlerin hazcılığa
müdürlerden daha fazla önem yüklediklerini ortaya koymuştur. Öğretmenlerin hazcılığa
daha fazla önem vermelerinin, öğretmenlerin sadece ders verme sorumluluğuna sahip
olmasından ve bununla ilişkili olarak daha gerilimsiz olmalarından kaynaklandığı
söylenebilir. Elchardus'a (1991: 713-717) göre yüksek görev özerkliğine sahip çalışanlar,
daha az hedonist ve daha az bireycidirler. Yüksek düzeyde kültürel esnekliğe, diğer bir
deyişle bireyci ya da dinî/felsefik olarak kayıtsız olan insanlar da düşük düzeyde görev
özerkliği gerektiren işleri seçmektedirler.
3. ÇALIŞMA KAVRAMI
Çalışmak anlamına gelen “travail” sözcüğünün kökeni Ortaçağ
İngilizcesine dayanmaktadır. Bu sözcük ilk kez 13. yüzyılda kullanılmıştır. Anglo- Fransızca’da azap
vermek anlamına gelen “travailler”den, Halk Latincesinde işkence yapmak anlamına
gelen “trepaliare”den, Geç Dönem Latincede işkence aleti olan “trepalium”dan türemiştir
(Merriam-Webster, 2013). Emek, işgücü, çalışma, hizmet gibi anlamlara gelen “labour”
sözcüğünün kökeni ise Ortaçağ İngilizcesine dayanmaktadır. Bu sözcük ilk kez 14.
yüzyılda kullanılmıştır. Latincede sendelemek, tökezlemek anlamlarına gelen Latince
“labare” sözcüğü ile akraba olduğu düşünülmektedir (Merriam-Webster, 2013).
Türkçe’de ise “çalışmak” sözcüğü “bir şeyi oluşturmak veya ortaya çıkarmak için emek
harcamak, herhangi bir iş üzerinde olmak, işi veya görevi olmak/bulunmak” gibi
anlamlara gelmektedir (TDK, 2013). Türkçe’de “emek” sözcüğünün anlamı ise “bir işin
yapılması için harcanan beden ve kafa gücü, zahmet” anlamına gelmektedir (TDK, 2013).
Buradan hareketle Batı dillerinde “çalışma” kavramının olumsuz anlamlara gelen başka
kavramlardan türediği söylenebilir.
3.1. Modern Öncesi Toplumlarda Çalışma
Çalışma, düşünürler tarafından özellikle antik çağda kölelere özgü aşağılık bir kavram
olarak değerlendirilmiştir. Çünkü çalışma bir zorunluluk olarak beden üzerinde bir
denetim kurma sürecidir. Fakat antik çağda zorunluluk ve özgürlük birbirinin zıddı
kavramlar olarak değerlendirilmiş ve özgür insanların zorunlulukların kölesi olamayacağı
vurgulanmıştır (Bozkurt, 2005: 34). Lafargue’ya göre (1883/1999) antik Yunanda
çalışma hor görülmekteydi. Sadece köleler çalışabilirdi. Özgür insan bedensel
hareketlerden, zekâ oyunları dışında başka bir şey bilmemekteydi. Atina yurttaşları
yalnızca toplumu savunma ve topluluğun yönetimiyle uğraşan soylu kişilerdi.
Cumhuriyetin çıkarlarını gözetmek zorunda olduklarından, bütün işleri, kölelere
yüklemişlerdi. Romalılar’a göre tarım ve askerlik soylu ve özgür mesleklerdi.
Vatandaşlar, geçinmek için kölelere özgü hiçbir aşağılık işi (meslek) yapmak zorunda
kalmıyordu ve devlet hazinesinden yararlanıyordu. Yunanlılar gibi Trakyalılar, İskitler,
Persler gibi toplulukların birçoğunda, mekanik sanatları öğrenenlere ve bu kişilerin
çocuklarına ikinci derecede yurttaş olarak bakılmaktaydı.
3.2.
Püritan Etik ve Endüstri Uygarlığının Yükselişi
Püritanizm, 16. yüzyılın sonları ve 17. yüzyılda Roma Katolik Papalığının İngiltere
Kilisesi kalıntılarından arınmayı amaçladığı, Kraliçe Elizabeth I hükümdarlığı
döneminde yerleşen dinî bir reform hareketidir. Püritan inancına göre insanın
günahlarından arınması için Tanrı ile bir ahit yapılmasının gerekliliğine inanılıyordu. Bu
teolojik ahde göre insanlar, hem bireysel hem de toplumsal olarak dindar bir biçimde
yaşamaları için Tanrı tarafından seçilmişlerdir. Tanrı öğütleri yoluyla insanın kurtuluşu
bildirilmiştir. Kutsal Ruh, kurtuluşu harekete geçiren bir araçtır. Kalvenist teolojinin
Püritan öğretisini şekillenmesinde büyük etkileri olduğu ortaya konulmuştur (Global
Britannica, 2014). İsviçre'deki Cenova kenti, diğer bölgelerde baskı gören Protestanlar
için bir sığınma bölgesi olmuş; Kalvin’in fikirleri Fransa’daki Hugenolara, Hollanda ve
Belçika Hollandası’ndaki Valonlara, Palatinlik’teki Almanlara,
İskoçya’daki Presbiteryenlere, İngiltere’deki Püritenlere ve daha sonra da Amerikan kolonilerine
yayılmıştır (Cubberley, 2004: 346).
"Disiplin", ahlâkî davranışın tüm sorularını içeriyordu. Büyük ekonomik ilişkiler, kişisel
olmayan mekanizmanın otomatik tepkileri değil; köy ya da ilçede komşular arasındaki
iyilik ve tamahkârlık meselesiydi; ekonomik davranışın doğal bir parçasıydı. Kalvin ve
Beza, orta çağın kilise- medeniyet fikrini sürdürerek, Cenevre'yi sadece doktrinal saflığın
değil; toplumsal dürüstlüğün ve ticarî ahlâkın bir modeli yapmak için çabaladı. Bucer ise
kilise ve devletin bir olacağı bir toplumun ekonomik hayatının her yanını yeniden
yapılandırmaya çağırıyordu. Kalvin, ihtiyaç sahiplerine verilen borçlardan hiç faiz
alınmaması gerektiğini; Hristiyanlar için ideal yatırımın, borç alan ile borç verenin riski
paylaştığı; kârların adil bir biçimde paylaşıldığı bir sistem olduğunu ifade etmiş; para
kullandıkça kişinin Tanrı tarafından kutsandığını ileri sürmüştür. İnsanlar, kamu
otoritesinin sabitlediğinin üzerinde satmamalıdır; fakat daha altında satabilirler. Alıcıyı
korumak istediklerinden beri, yasal bir sınır olmadığında, piyasa fiyatına ve "iyi ve
ihtiyatlı adamların kararı"na uyulmalıdır. Tek tek alıcıların zorunlu ihtiyaçlarından
yararlanılmamalı; mallar, haddinden fazla övülmemeli; pahalıya mal edilen ürünlerden
daha çok kazanmak için sevecenlik yapılmamalıdır (Tawney, 1922: 109).
"Kapitalist ruh" tarih kadar eskidir; sanıldığı gibi püritanizmden türememiştir. Püritanizm
eğilimleri, siyasî ve ekonomik değişimlerin kendine özgü bir çevre hazırlamasına kadar
kendini ortaya koymamıştır. 16. yüzyılda, toplumcu reformcular, Kalvin'i ekonomik
hassasiyetlerinden dolayı övüyorken, Restorasyon çağı İngilteresi'nde takipçileri,
Kalvinist toplulukları, ticarî girişimlerinden ve ekonomik ahlâk konusundaki eski
önyargılarından kurtuldukları için alkışlamışlardır (Tawney, 1922: 115). 1640-1660
yılları arasında egemen sınıflara bağlılık için yarışan iki farklı dünya görüşünden püritan
olarak asketiklerin ve seküler olarak hazcıların savaşında, asketikler kazanmıştır.
Asketikler, zorla değerlerini empoze etmeye çalışarak zaferini kötüye kullanmıştır.
Bunun sonucunda hedonizme güçlü bir tepki verilirken, püritanizm devam ettirilmiştir.
Böylece 17. yüzyılda İngiltere'de iki baskın kişilik arasında büyük bir salınım meydana
gelmiştir. 1660 sonrası orta ve üst sınıfın otorite, eğilim ve cinsiyet davranışlarını
değiştirmeye dayalı anti-püritan karakter tipi kültürel olarak üstün gelmiştir. Asillerin
çoğu, püritanlara karşı düşmanca ve hoşgörüsüz bir tavır takınmıştır. Yoksullar, sadece
orta sınıfın erdemi kalıcı hâle getirebileceğine ilişkin inanç geliştirmişlerdir. Doğuştan
aristokrat olanlara karşı kendi aristokrasilerini savunmuşlar; kendi ruhsal durumlarını,
karakterlerini ve içsel değerlerini ortaya koymuşlardır. Böylece tüketim devrimine doğru
adım atılmıştır (Campbell, 2005: 33).
Marx’a göre modern zamanlardaki değişmeler kapitalizmin gelişimiyle bağlantılı
olmuştur. Ona göre kapitalizm, özünde, sınıf ilişkilerinin çatışma ile nitelendirildiği bir
sınıf düzenidir. Sermaye sahipleri ile işçiler, karşılıklı olarak birbirlerine bağımlıdırlar;
kapitalist emeğe, işçiler de ücrete gereksinim duyar. Sınıflar arasındaki ilişki, işçilerin
kendi emekleri üzerinde pek az kontrolü olması ya da hiç olmaması ve işverenlerin,
kârlarını, işçilerin emekleriyle ortaya çıkardıkları ürünlere el koyarak artırabilmeleri
yüzünden bir sömürü ilişkisidir (Giddens, 2008: 51).
Lafargue (1883/1999) “Tembellik Hakkı” adlı eserinde, işçilerin toplumsal serveti ve
kendi yoksulluklarını artırmaları için çalışmaları gerektiğinden, daha da yoksullaşarak
daha çok çalışmaları ve yoksullaşmaları için kendilerine birtakım nedenler bulmaları
gerektiğinden söz etmektedir. Bunun da kapitalist üretimin acımasız yasası ile
olabileceğini iddia etmiştir. Ayrıca Lafargue eserinde işçi sınıfının kendi gücünün
bilincine varması için Hristiyan ahlâkının, ekonominin, liberal düşüncenin önyargılarını
yerle bir etmesi gerektiğinden bahsetmiştir. Kapitalist sınıfın ek emeğe gereksinimi
bulunmaktadır. Eğer çalıştırılan emekçilerin sömürülmesi artırılamıyorsa, ek emek
güçlerinin bulunmasına ihtiyaç vardır. Bu nedenle kapitalist üretim mekanizması daha
önceden önlemini almış; işçi sınıfını ücrete bağlı bir sınıf haline getirmiş ve onların eline
geçecek ücretin sadece kendi yaşamını sürdürmesine değil; çoğalmasına da yetecek kadar
olmasını sağlamıştır (Marx, 1986: 501).
Weber’e göre (1958) Protestan çalışma etiğinin özü, birinin mesleği ya da sosyal durumu
ne olursa olsun sıkı çalışmanın sadece ahlâkî bir yükümlülük değil; aynı zamanda tatmin
edici olduğu inancıdır. Protestan çalışma etiği, kapitalist ekonomik sistemin gelişmesi
için temeldir. Asketizm, Protestan çalışma etiğinin ana temasıdır ve Weber tarafından
Protestan çalışma etiğinin kapitalizmin gelişimine nasıl katkı sağladığının açıklanmasının
merkezindedir. Protestan çalışma etiğinin bu kabullerinde, Weber, ruhsal aydınlanmaya
ulaşmak için insanların kendilerini tatmin edici maddiyattan ve manevî zevklerden
sakınarak katı özdisiplini gönüllü olarak uyguladıklarını iddia etmektedir. Protestan
çalışma etiğini kabullenen bireylerin, kaynakları tüketmektense zenginlik elde etmeye
karşı güçlü bir arzuları vardır. Kaynakların korunması bireylerin, örgütlerinde, tekrar
yatırım yapmasına ve “sermayenin üretken yatırımından dolayı” sürekli bir büyüme
döngüsü yaratmasına izin vermiştir. Miller vd. (2002) tarafından betimlenen Weber’in
Protestan çalışma etiğinin yapısı sıkı çalışma, işin merkezîliği (centrality of work), boş
zamandan kaçınma, hazdan kaçınma, özgüven, zamanı boşa harcamama ve ahlakîlik/etik
gibi çeşitli boyutlardan oluşmaktadır.
Weber, Çin ve Hindistan’daki dinsel sistemler ile Batıdaki dinsel sistemleri
karşılaştırarak Hristiyan inançlarının belirli yönlerinin kapitalizmin ortaya çıkışını büyük
ölçüde etkilediği sonucuna varmıştır (Giddens, 2008: 53). Sermayeye sahip olanlar ve
işverenler, işçi sınıfının eğitim görmüş yüksek tabakası, özellikle çağdaş işkollarında
yüksek düzeyde teknik ya da ticarî eğitim görmüş çalışan Protestan özelliklerini
taşımaktadır. Ekonomik işlevlere katılma, bazen sermaye sahibi olmayı, bazen de pahalı
bir eğitimden geçmiş olmayı, bazen de her ikisini öngörür (Weber, 1999, 30). Weber’deki
sınıf kavramı insanların üretim araçları karşısındaki durumuna, piyasadaki mallara hangi
ölçüde sahip olduklarına ve hayatta elde edecekleri olanaklara bağlıdır (Gerth ve Mills,
1946’den aktaran: Kongar, 2012: 99).
Weber’in kuramı birçok açıdan eleştirilmiştir. Onun “kapitalizmin ruhu” dediği görüşün,
Kalvincilik işitilmeden çok önce, 12. yüzyıl ilk İtalyan tüccar kentlerinde görülebileceğini
öne sürülmüştür. Ayrıca Weber’in Protestanlıkla bağlantılandırıldığı çalışma
düşüncesinin Katolik inançlarında zaten mevcut olduğu ileri sürülmüştür (Giddens, 2008:
141).
3.3. Püritanizmden Hedonizme Çalışma Etiği
Çalışma etiğinin çeşitli tanımları bulunmaktadır. Birinci tanıma göre çalışma etiği, sıkı
çalışma ve gayretli çalışma ahlâkî erdemlerine dayalı değerler bütünüdür. İkinci bir
tanıma göre çalışma etiği, işin ahlâkî değerine olan inançtır. Bu ifade genellikle "Protestan
İş Etiği" olarak anılmaktadır. Üçüncü bir tanıma göre ise işin ahlâkî faydasına ve önemine
olan inançtır (The Free Dictionary, 2013).
Erken çocukluk, iş deneyimi, kültürel etkiler ve yaşamdaki kritik olaylarla şekillenen
değerler ve tutumlar dizisinin çalışma etiğini çok değişkenli yaptığı düşünülmektedir.
Çalışma etiğinin karmaşık, küresel kişilik özelliği olduğu düşünülmemektedir. Onun
yerine, çalışma etiğinin kişisel deneyimlerden ve aile, yönetici, öğretmenler, komşular
gibi pozisyonlarda olanlardan öğrenildiği düşünülmektedir. Çalışma etiği, işle ilgili ya da
kişinin işe yöneliminin nasıl olması gerektiğini ilgilendiren normlar ve çalışma hakkında
neyin iyi olduğuyla ilgili olarak işle ilgili değerler dizisidir (Mann vd., 2013: 68). Bu
değer dizisi, kişinin işle ilgili durumunu nasıl algıladığını etkiler ve yüksek nitelik
çalışmalarını tamamlama, üretken olma, örgütsel vatandaşlık davranışı ile uğraşma,
özdeşleşme, bilgi uçurma gibi önemli örgütsel davranışları etkileyebilir (Balcı vd., 2012,
61; Baltacı, 2017, 47).
Çalışma değerleri etiği, tembellik, şehvet ve dinî şüpheye karşı sıkı çalışmanın,
akılcılığın, sadeliğin önemine olan inanç olarak karakterize edilen mizaçsal bir
değişkendir (Furnham, 1987’den aktaran: McMurray ve Scott, 2013: 656). Jones vd.’ye
göre (2010) çalışma değerleri etiği, kişinin kendini işine adamasının bir ölçüsü olmakla
birlikte Kalvinist yönelimle ilişkilendirilmektedir. İş etiği kavramı ise aslında çalışma
etiği ile meslek etiğini kapsamaktadır. Çalışma etiği bir toplumda işe ve çalışmaya ait
değerler ile tutumlardır. Meslek etiği ise iş etiği ve çalışma etiğiyle ilişkilidir ve belirli
oranda örtüşmektedir. Fakat meslek etiği ilkeleri genelde toplumsal kültür ile değerlerden
bağımsız olmakla birlikte evrensellik arz etmektedir (Arslan ve Berkman, 2009: 15). Çok
sayıda kişinin ortak eylemler göstermesi beklendiğinde, etik ilkeler, bu kişilerin belli kabul edilebilir davranış göstermelerinde rehberlik ederek belirsizliği azaltmaktadır
(Aydın, 2016: 54).
İnsanlar çevrelerinde bulunan nesne, tutum-davranış ya da kavramlara değer
yüklemektedirler. Ortaya çıkan her değer, bir değer yüklemenin sonucudur. Bir şeye
değer yüklemek, diğerleri arasından bazılarını seçmek ya da tercih etmektir. Herhangi bir
yaşam alanında “iyi” olarak kabul edilmiş olan etik değerler, kendilerini alışkanlık, kural,
ilke veya standartlar biçiminde göstermektedir. Meslek ya da uygulama alanında bu etik
öğeler bir araya getirilerek etik kod adını taşıyan yazılı dizgeler oluşturulmaktadır. Bir
meslek kodunda yer alan öğelere meslek üyesinin uymaması durumunda, o meslek birliği,
kişiyi zorlamakta, yaptırım uygulamakta ve belirlenmiş olan cezalara çarptırmaktadır
(Aydın, 2012: 13- 99). Meslekî etik kodlar, bir mesleğin saygınlığını koruma, geliştirme
ve sürdürme işlevi kadar, mesleğin yasallığının ve meşruluğunun tanımlanmasını ve
mesleğin uygulama standartlarının güç ve özerklik çerçevesinde nasıl sunulacağı
konusunda topluma bir taahhütte bulunmaktadır (Aydın, 2016: 56). Özünde insan
ilişkilerinin olduğu mesleksel töre, aynı meslekte bulunan bireylerin birbirleri ile
ilişkilerinde belirli davranış kalıplarına uymalarını sağlamaktadır (Aydın, 2007: 76).
Peki, ama günümüzde çalışma ve iş ile ilgili etik değerler modern toplumun neresindedir?
Modern toplumun ortaya çıkışında işin aileden ayrılmasına özel bir önem verilmiştir.
Böylece çalışma hayatının rasyonel kuralları, herkese aynı biçimde uygulanabilir hâle
gelmiştir. Bunun yanı sıra “ücretsiz aile işçiliği” büyük ölçüde yerini “ücretli işgücü”ne
bırakmıştır (Bozkurt, 2000: 37). Günümüz endüstri uygarlığını göz önünde bulunduracak
olursak endüstriyel mal üretimi yerini bilgi üretimine bırakmıştır. Tümüyle bilgi yoğun
ve yaratıcılık gerektiren meslekler ortaya çıkmıştır. Endüstriyel mal üretimi ve mavi
yakalı işgücüne göre oluşturulmuş “bilimsel yönetim” ilkeleri ya da “akılcı bürokratik”
yönetim kuralları, geçmişteki işlevlerinin aksine ayak bağı haline gelmiştir. Endüstri
sonrası dönüşüm süreciyle birlikte yeniden “ücretli işgücü” oranında bir gerilemeye tanık
olunmaktadır. İnsanlar giderek kendi işlerini yapmaya başlamışlardır. Çalışmanın
felsefesinde değişiklikler yaşanmış; püritan etik bu çağın ethosu olmaktan uzaklaşmıştır
(Bozkurt, 2011: 203- 204). Modern sonrası insan tipi ortaya çıkmıştır. Bu tip birey, rahat
ve esnek, duygu ve hislerine yöneliktir. “Kendin ol” tutumuna sahiptir. Gerçek iddiasında
bulunmaz. Planlı olmak yerine spontane olmayı tercih eder (Rosenau, 1992: 53- 56).
Diğer bir deyişe günümüz insanının püritan etik değerlerden uzaklaştığı, hedonist
eğilimlerine göre davranışta bulunduğu söylenebilir.
4. HEDONİZM VE PÜRİTANİZMİN EĞİTİME YANSIMALARI
İlk çağ, tek bir bireyin mutluluğuna odaklanan öğretilerin çağıydı. İlk çağın bireysel
mutluluğu ilke edinen öğretileri, o çağın eğitim felsefesine de yansımıştır. O çağda
soyluların eğitimi, site devletlerinin diğer yurttaşlarının eğitiminden daha önemliydi. Bu
bakış açısına sahip olan filozoflar arasında en önemlisi Platon’dur. Platon'a göre eğitim
sisteminin birinci amacı, devletin yararına devletin ihtiyaç duyduğu yöneticileri, kolluk
kuvvetleri mensuplarını ve zanaatkârları yetiştirmek için bireyleri en iyi biçimde,
doğalarına uygun olarak eğitmek; ikinci amacı ise bireyin yararına arzunun, aklın ve
ruhun (enerjinin) birlikte gelişmesini sağlamaktı (Noddings, 2003: 78).
Aydınlanma çağında bütün toplumun refahını ifade eden genel mutluluk ilkesinin öne
çıkmasıyla birlikte bireylerin mutluluğu geri plana atılmıştır. Bununla birlikte genel
mutluluk ilkesinin adalet ilkesinden yoksun kalması nedeniyle bireysel farklılıkların da
göz ardı edildiği ifade edilebilir. Zira klasik faydacılığın eğitim de dâhil olmak üzere
toplumsal yaşamda çoğunluk yararına azınlığın haklarını ihlal edilmesini meşrulaştırdığı
ifade edilmektedir (Rawls, 1999: 24). Buradan hareketle devletin, farklı kökenlerden,
sosyo-ekonomik düzeylerden gelen ailelerin çocuklarına ya da bireysel farklılıklara sahip
çocuklara okulda eğitim verirken adalet ilkesini göz ardı ettiği söylenebilir. Her ne kadar
eğitimin bireylere eşit fırsatlar sağlama işlevi olduğu öngörülse de yapısal ve derin
eşitsizliklere hizmet edeceği, meşrulaştıracağı ve sürdüreceği ileri sürülmektedir (Weis
ve Fine, 2004).
Okullarda akademik başarısı düşük olan birçok öğrenci daha sonra sevmedikleri işleri
yapmaya zorlanmakta ve sevebilecekleri bir işten mahrum kalmaktadırlar (Noddings,
2003: 81). Liselerde, öğretmen yokluğu ve kalabalık sınıflarda ders işlemenin zorluğuna
bağlı olarak öğretim programı tamamen işlenememekte; öğrenciler, üniversiteye devam
edebilecek nitelikte eğitim alamamaktadır. Ayrıca gelir ve refah düzeyi arasındaki
ilişkiye bağlı olarak yükseköğretim talebinde önemli bir artış yaşanmasına karşın arzın,
talebi karşılayamaması nedeniyle yükseköğretime geçişte eleme sınavları zorunlu hale
gelmiştir. Bu durum beraberinde, öğrenciler arasında üniversiteye girişte rekabeti
getirmiştir (Özoğlu, 2012: 49-51). Öğrencilerin hem kendileri hem de yaşıtlarıyla rekabet
halinde olmasının onları mutsuz kılacağı söylenebilir.
Buna ek olarak standart akademik materyalden çok farklı bilgi ve beceriye ihtiyaç duyan
bir mesleğe girmek isteyen öğrencileri, bu standart akademik dersleri isteyenlerle birlikte
aynı sınıfa yerleştirmek adil değildir. Öğrencilerin meşru çıkarlarını göz ardı etmek ve
onları rekabet etmeleri için zorlamak ne kadar adildir? "Matematik" dersi önemlidir
çünkü matematiğin tarihsel olarak rolü, eğitsel eşitsizliğe yol açmasıdır. Bir öğrencinin
matematiksel yeterliliği genellikle okullaşma ve iş fırsatlarına ilişkin bir yargıya temel
oluşturmaktadır. Daha da ötesi matematik, "kulvar"la ilişkili mevzulardan, öğrenciler için
adil olmayan fırsatlara ve çıktılara yol açan farklı öğretimsel zincirleme olayların
öğrencileri sınıflandırdığı bir uygulamadır (Noddings, 2003: 87-88). Okullar genellikle
matematiksel zekâya sahip öğrencileri ödüllendirmektedirler. Çünkü matematiksel
yetenek, daha çok test edilmektedir ve bu yetenekte, öğretimsel zaman daha çok
harcanmaktadır (Lebrun ve Williams, 2014: 144). Sayı bilgisi, diğer zekâ türlerine
nazaran, sistemin beklentileriyle uyumlu olan öğrencilere avantajlar sunarken diğer zekâ
türlerinde güçlü olan öğrencileri olumsuz olarak etkilemektedir (Ford vd., 1999: 64).
Gerek ulusal merkezî sınavlarda gerek okullarda yılsonu başarı puanlarının
hesaplanmasına dayanak oluşturan yazılı ve uygulamalı sınavlarda, Matematik sınavı
puanları/notlarının velilerin, öğretmenlerin gözünde ve hatta işe girişte önemli bir yerde
konumlandığı söylenebilir. Bu nedenle matematiksel yeteneğe sahip olamayan
öğrencilerin ve onları birer "yarış atı" olarak gören ailelerinin kendilerini mutsuz
hissedebileceği öngörülebilir.
Öğrencilerin, algılanan "kulvar"larda konumlandırılmasının zararları bulunmaktadır. Problem olan sınıflandırmanın kendisi değil; fakat o kulvarlara verilen hiyerarşik değerdir. Bir kulvarın diğerinden daha iyi olarak tanımlanması, akademik bilgi ve beceriyle yüklü olan öğrencinin yukarıda
kapasitelerine
akademik
farklı
göre
konumlandırılması ayrımcılığa neden olur. Yukarıdaki öğrenciler, "iyi çocuklar" olarak
adlandırıldıklarında mevcut ayrımcılık daha büyümekte ve "daha az yeterli" öğretmenlere
"aşağıdaki" öğrencilerle çalışma görevi verilerek bu öğretmenlerin onurları kırılmaktadır
(Noddings, 2003: 86-87). Hiyerarşiye atfedilen değerden ileri gelen öğrenci ve
dolayısıyla öğretmen sınıflandırmasının makro bir mesele olduğu söylenebilir.
Mikro perspektife göre, yükleme açısından akademik kapasite ele alındığında, bireyin
davranışı ele alınmaktadır. Bu konuyla ilgili olarak öğretmen ve öğrencinin olumsuz
davranışlarının ve tutumlarının birbirini beslediği söylenebilir. Olumsuz davranışlarda
bulunan ve düşük beklentiye sahip öğrenciler, öğretmenin sınıfta kontrolü kaybetme
hissine neden olan durumlar yaratabilirler. Görevini en iyi biçimde yapmaya önem veren
öğretmenler, öğrencilerin düşük performansının öğrenciden ya da durumsal faktörlerden
kaynaklandığı yerine kendinden kaynaklandığına inanmış görünmektedir. Tersi bir
durum olarak, görevini en iyi biçimde yapmaya önem vermeyen öğretmenler ise öğrenci
başarısızlığında, öğrenciyi ya da durumu suçlama eğiliminde olurlar (Ames ve Ames,
1984: 547-551). Öğrencilerin başarısız olarak sınıflandırılmasının beraberinde
ayrımcılığı getirmesi nedeniyle onları mutsuz ettiğini ve öğretmenlerin bu öğrencilerle
çalışmaya zorlanmasının da öğretmenleri mutsuz ettiğini; hatta öğretmenin kişilik
özelliğine göre başarısızlığı öğrenciye yükleyebileceğini belirtmek yanlış olmayacaktır.
Günümüzde birçok öğrenci "öğrenme engelli" olarak etiketlenmektedir. Öğrenme engelli
olarak etiketlenen çocuklar, diğer sınıflardaki öğrencilerin aldığı standart testleri almak
zorundadır. Bu öğrencilerin gelişimini izlemek ve yetkililerin (öğretmen, müdür, rehber
öğretmen vb.) onlar için en iyisini yapıp yapmadığını öğrenmek gerekmektedir.
Öğrencileri etiketlerken hata mı yapılmaktadır? Belli kapasiteye sahip öğrencileri özel
eğitim sınıflandırmasından çıkarmak için yeterince çalışılmamakta mıdır? Her bir çocuğa
uygun eğitim vererek her bir çocuktan aynı performansı beklemek tamamen yanlıştır.
Tüm çocukların akademik olarak eşit olduğu ve aynı standardı tutturabileceğini
düşünerek davranmak, eğitimin amaçlarını unutmak anlamına gelmektedir (Noddings,
2003: 90). Öğretmen ya da okul yöneticisinin bu davranışının hakkaniyete aykırı olduğu
söylenebilir.
Öğrenme engeli olan çocukların yaşadığı bu durumu, farklı kökenlerden gelen çocukların
ya da göçmen çocuklarının da yaşadığı söylenebilir. Örnek vermek gerekirse, Latin,
Afrikalı ya da Asyalı çocukların da sınıftaki diğer çocuklarla aynı performansı göstermesi
beklenmektedir. Siyah ve Latin öğrencilerin düşük akademik başarısı, yoksul ve
azınlıkların çocuklarının düşük akademik performans düzeyine sahip olduklarına dair
öğretmen inançlarından ve algısal önyargılarından kaynaklanmaktadır (Rosenbloom ve
Way, 2004: 424). Buna benzer bir durumu Avrupa ülkelerindeki Türk göçmen çocukları
yaşamaktadır. Avcı'ya (2006) göre Almanya'daki Türk çocukları, öğrenme engeline sahip
olmamalarına rağmen dil sorunları nedeniyle öğrenme engelliler için açılan okullara
devam etmek zorunda kalmaktadırlar. Buradan hareketle göçmen ve azınlık çocuklarının
yaşadıkları dil sorunları nedeniyle öğrenme engelli olarak etiketlenmesinin onları mutsuz
kılacağı söylenebilir.
Buraya kadar anlatılanlar ışığında, tüm öğrencilerden aynı akademik başarıyı beklemenin
hakkaniyetli olmayacağı tartışılmıştır. Öğretmenler, öğrenme engelli öğrencilerden,
göçmen ya da azınlık çocuklarından, farklı sosyo-ekonomik düzeylere mensup ailelerin
çocuklarından da yüksek başarı beklemektedir. Hatta öğrencileri başarılı ya da başarısız
olarak etiketleyebilmektedirler. Buna bir de öğretmenin görevini en iyi biçimde yapmaya
önem veren ve önem vermeyen olmasına göre yükleme kuramını nasıl işlettiği
eklenmektedir. Öğretmen ne düşünmektedir? Öğrencinin düşük performansı öğrenciden
mi, durumdan mı yoksa öğretmenin kendisinden mi kaynaklanmaktadır? Öğrencinin
rekabetçi, bireysel ya da işbirlikli hedef belirlemesine göre, öğretmenin de kendini
geliştirmesine, öğrencinin görev başarmasına ya da diğerlerinin refahına ilişkin hedefleri
olmasına göre hem öğrencinin hem de öğretmenin motivasyonu incelenebilir; motivasyon
da başarılı bir öğrenme sürecinin nasıl gerçekleşeceğini ortaya koyabilir (Ames ve Ames,
1984: 537-547). Buradan hareketle öğretmen ve öğrencilerin motivasyonu arttıkça
öğrencilerin, akademik başarı gösterebilecekleri; dolayısıyla öğrencilerin kendilerini
mutlu hissedecekleri söylenebilir.
Öte yandan hazcılığın tam karşısında konumlandırılan Püritanizmin temel ilkelerinin
kapitalizmi ve onun da eğitim felsefesini nasıl beslediğini görmek mümkündür. Weber’e
göre Protestan toplumların diğer toplumlardan ayrıldığı kendilerine özgü çalışma etiği
ilkeleri vardır. Birey ile Tanrı arasında doğrudan ilişkinin olduğu; araya ruhban sınıfının
girmediği dinî bireycilik, kapitalist ruhun gelişmesine zemin hazırlamıştır. Protestan
çalışma etiği ilkesini benimseyen biri, güç ve şan aramaz; gösterişten, gereksiz
harcamadan kaçınır. İşini iyi yaptığına olan ulvî duygudan başka bir duygu taşımaz.
Kapitalizmin ruhunu taşıyan insan da güvenilir, dürüst, rasyonel, cesur ve çalışma
odaklıdır. Protestanlığa özgü ilkeler ile kapitalist ruhun çakışması ile meydana gelen
Protestan çalışma etiği, kapital birikime yol açan elde etme, biriktirme ve parayı dikkatli
harcamayı amaç edinmiştir (Arslan, 2001: 321-322).
Püritanizm sadece dinî bir inanç değil; aynı zamanda yaşam biçimi ile değerlerin
örtüştüğü bir felsefedir. Özgüven, özel yaşam ve karşılıklı saygıya önem vermekte;
otorite karşıtı geleneği sürdürerek bireyin öz farkındalığını geliştirmektedir. Papanın
otoritesinin Tanrı ile insan arasında bir köprü görevi gördüğünü reddederek dinî
arınmanın ve kurtuluşun öz disiplinli olma, kendini geliştirme ve çok çalışmayla
başarıldığına inanılmaktadır. Amerikan İç Savaşı bitiminde tutumlu olma ve sıkı
çalışmayla birlikte zenginleşmeye verilen değer arttıkça, Amerikan kapitalizminin
gelişimi hızlanmıştır. Amerikan bireyciliği püritanizmin etkisi altında kalmıştır (Kang,
2009: 148-150).
Püritanlara göre İncil, Hristiyan eğitiminde önemli bir yer teşkil etmektedir. Mütedeyyin
bir hayat yaşamak için İncil okumak zorunludur. Sonraki kuşakların eğitimi, mükemmel
bir sosyal yaşam ve dinî arınmayı sağlamak açısından önemlidir. Eğitimin birincil amacı,
Hristiyan terbiyesi ve yetiştirmesidir (Kang, 2009: 151). Herring'e (2003: 1-2) göre
çocuğun kurtuluşu ve ruhsal iyi olma durumu, öncelikle dindar bir ailede başlamaktadır.
Çocukların dinî eğitimi ailelerin birincil görevidir. Aileler, çocuklarına ilmihale
dayanarak din dersi vermekte ve kutsal yazıları öğretmektedir. Massachusetts Okul
Kanunu'nda (Massachusetts School Law), öğrencilerin dinî ilkeleri ile ülkenin
kanunlarını okumaları ve anlamalarının anne-babanın görevi olduğu yazmaktaydı. Bu
kanun, 50 ailenin yaşadığı kasabalarda, ailelere, çocukların okumayı öğrenebilmeleri için
parasız kamu eğitimi verme sorumluluğunu yüklemekteydi. Beş yaşından önce kız
çocukları dikiş öğrenmeye başlıyorlardı; fakat erkek çocuklarının gittikleri dil okullarına
ve sonrasında üniversiteye gidemiyorlardı.
1635 yılında ilk Püritan resmî eğitim kurumu olan Roxbury Latin Okulu açılmıştır. 1639
yılında ise ilk Amerikan Koleji olan Harvard Koleji kurulmuştur (Kang, 2009: 151).
Harvard Koleji'ndeki seküler karakterdeki Püritan eğitim, ilahlaştırmayı değil; öğretimi
kapsamaktaydı. Her mezhepten öğrenci iyi karşılanmakta ve kendi mezheplerindeki
papazlığa hazırlanmaları ile ilgili okuma yapmaya teşvik edilmekteydi. Katolik kilisesi
doktrinine karşı okumalar, kolej yönetimi tarafından kabul görmekteydi ve öğrencilerin
kolejden sonraki yaşamlarında karşılaşacakları entelektüel zorluklara hazırlanmalarında
en iyi araçlardı (Shipton, 1958: 225-232). Mezun olabilmeleri için her öğrenciden Eski
Ahit ve Yunanca Yeni Ahiti Latince olarak okuması ve bunları mantıksal olarak çözmesi
ile dindar bir yaşam ve vaaz verebilmesi beklenmekteydi (Herring, 2003: 4). 20. yüzyılın
ortalarından önce John Dewey ve Sydney Hook gibi düşünürler, bilimin baskın rolünü ve
modern toplumun seküler radikalizmini tanımlamışladır. Yeni bir "pozitivizm" ve
"doğacılık" türünü temsil ettikleri için başlangıçtaki dinî canlanmayı, bir kaçış olarak ve
bilimsel bir dünyada toplumsal istikrarı korumak için sert reformlarla yüzleşme
başarısızlığı olarak görmüşlerdir (Story, 1973: 516).
Püritanlar, eğitimi dinî konularla sınırlandırmayıp temel bilimler (liberal arts) eğitiminin
savunucusu durumundadırlar (Kang, 2009: 151). Bu bilim dalları, iyi bir biçimde yaşama
sanatı teoloji, doğayı iyi bir biçimde analiz edebilme sanatı fizik, niceliği belirleme sanatı
matematik, sanatlı bir biçimde konuşma ve yazma sanatı retorik, iyi bir biçimde konuşma
ve yazma sanatı gramer, iyi bir biçimde söylev verme sanatı mantıktır (Herring, 2003: 3).
Davis'e (1972) göre püritanizmde beden eğitiminin, sporun da önemli bir yeri vardır.
Örneğin, balık tutmak, bireyin kendini yenilemesini sağlayan fiziksel bir etkinlik olarak
görülmektedir. 1739'da din adamı Joseph Seccombe, boş zaman etkinliğinin, diğer bir
deyişle insanın kendisini dinlendirmesinin, işe bir süreliğine ara vermesinin insanı mutlu
ve heyecanlı yaptığını ifade etmiştir.
Püritanizmin bunca ilkesinden söz ettikten sonra günümüz eğitim çalışmalarına nasıl
yansıdığına bakmak gerekmektedir. Günümüz eğitiminde püritanizm ilkelerinin değerler
eğitiminde vücut bulduğu söylenebilir. Eğitim, kişilerin yalnızca bilgilerini artırmakla
kalmayıp etik yeteneklerini geliştirmelerine de yardımcı olmalıdır. Kişilerin başka
kişilerle ilişkilerinde ya da belirli durumlarda eylemde bulunurken değer koruyarak ya da
değer harcamamaya çalışarak eylemde bulunabilmelerini sağlayan özellik, etik
yeteneklerdir. Değerler eğitimi de kişilere etik yeteneklerini geliştirmelerinde yardımcı
olmayı hedeflemelidir. Kişiler, normlara göre davranmaya zorlanabilir; fakat etik değeri
koruyarak davranmaya zorlanamaz. Her birey, değer bilgisini temel alarak kendisiyle
hesaplaşması sonucu kendi kararını verir (Kuçuradi, 2016: 52).
Ülkemizde il millî eğitim müdürlükleri tarafından 2011- 2012 eğitim- öğretim yılından
itibaren tüm resmî ve özel okul öncesi, ilköğretim ve ortaöğretim kurumlarında "Değerler
Eğitimi Yönergesi"nin uygulanması emredilmiştir. Bu yönergeler, öğrencilerin evrensel
kültür değerleri ile millî ve manevî değerleri tanıyan, bu değerleri benimseyen ve saygı
duyan bireyler olarak yetiştirilmelerine katkı sağlamak amacıyla hazırlanmıştır. Değerler
Eğitimi Çalışma Komisyonunun belirlediği sevgi, saygı, sorumluluk, hoşgörü, duyarlılık,
empati, erdemli olma ve adil olma gibi değerlerin yanı sıra kul hakkına dikkat etmek,
Çanakkale ve şehitlik gibi konulara da yer verilmiştir (İstanbul İl MEM, 2017; Bilecik İl
MEM, 2017). Eğitim programlarımızdaki söz konusu değerlerin dürüstlük, tutumluluk
gibi Püritan etik ilkelerle örtüştüğü görülmektedir.
Eğitim alanında yapılmış püritanizm çalışmalarına da rastlanmaktadır. Bunlardan biri de
asketik ve hedonist eğilime sahip öğrencilerin akademik performanslarının gözler önüne
serildiği Ishii vd.’nin (2016) çalışmasıdır. Bu çalışmanın bulgularına göre asketik eğilime
sahip öğrencilerin akademik performansı yüksektir çünkü bu öğrenciler, geleceği
gördükleri için mevcut davranışlarını düzenleyebilirler. Hedonist eğilime sahip öğrenciler
de asketik eğilime sahip öğrencilerin tersi davranış gösterirler. Ayrıca asketik eğilime
sahip öğrenciler, öğrenme anına ilişkin ilgi duymaksızın özdüzenlemeli öğrenme
davranışında bulunabilirler. Çünkü gelecek hedeflerini gerçekleştirmek için doyumlarını
erteleyebilirler. Böylece asketiklerin akademik performanslarının, öğrenme anına ilişkin
ilgilerinin olmasından etkilenmediği düşünülebilir. Bu nedenle akademik performansa
öğrenme sırasındaki ilginin etkisi hedonistlerde asketiklere göre daha güçlüdür.
Türkiye’de de öğrencilerin püritan eğilimlerini belirlemeye yönelik çalışmalar
yapılmıştır. Örneğin Bozkurt’un (2000) üniversite öğrencileriyle yaptığı çalışmada,
öğrencilerin hedonizm ortalamalarının, püritanizm ortalamalarından daha yüksek olduğu
bulgusuna ulaşılmıştır. Öğrencilerin geliri arttıkça püritan kültürün yerine daha
hedonist/narsist kültürün yükseldiği bulunmuştur. İlahiyat Fakültesi öğrencilerinin
püritanizmde en yüksek ortalamayı elde ettikleri, onları Tıp Fakültesi öğrencilerinin
izlediği; buna karşılık İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi, Mühendislik Fakültesi ve
Mimarlık Fakültesi öğrencilerinin de hedonizmde en yüksek ortalamayı elde ettikleri
saptanmıştır. Elde edilen en önemli sonuçlar sırasıyla püritan etik açısından “Eğer sıkıntı
çekmeseydik hayatın çok az anlamı olurdu”; hedonist etik açısından “İnsanın mümkün
olduğunca hayatın keyfini çıkarması gerektiği” ve çalışma etiği açısından ise
“Günümüzde insanların sadece kendilerini düşündükleri” görüşüdür. Özetle, çalışma
sonucunda üniversite öğrencilerinin tutumlarının püritanizmden ziyade hedonizme yakın
olduğu, öğrencilerin püritan değerleri tamamen dışlamamakla beraber post-modern çağın
hedonist kültürünü, kendi kültürel özellikleriyle harmanladıkları sonucuna ulaşılmıştır
(Bozkurt, 2000: 186).
Sonuç olarak, bireyleri sadece asketik eğilimde yetiştirmek gerçekçi bir hedef değildir.
Zira Berlin'e (1958) göre bireyler, ağırlıklı olarak arzu ve güdülerinin doğrultusunda
eylemde bulunmaktadırlar. Diğer bir ifadeyle bireylerin hedonist eğilimlerinin asketik
eğilimlerinden daha baskın olduğu söylenebilir. Fakat toplum üyelerinin bir arada huzurlu
bir biçimde yaşayabilmesi için ortak değerleri benimsemesi sağlanmalıdır. Bu nedenle
bireylerin hedonist eğilimlerini dengelemek için adalet ilkesini işletecek olan değerler
sistemine
ihtiyaç duyulmaktadır. Bireylerin etik değerleri kazanması, öğretim
programlarına yerleştirilen değerler eğitimi ile olanaklıdır. Bu doğrultuda sınıfta,
öğrencilere etik değerlerin kazandırılmasına yönelik olarak ahlâkî akıl yürütme
alıştırmaları yaptırılabilir. Habermas (1990), öğrencilerin ahlâkî söylem üzerine artan
yeterliklerinin ölçülmesinde Kohlberg'in ahlâk gelişimi düzeyleri kuramını uygun bir araç
olarak görmektedir. Örnek vermek gerekirse, öğrencilere, ahlâkî bir ikilemi yansıtan
örnek olay üzerinden sorular sorularak örnek olay öznesinin, Kohlberg'in ahlâk gelişimi
düzeylerinin hangi basamağında olduğu tartışılabilir. Gardner vd.’nin (2005: 56) belirttiği
üzere ahlâkî akıl yürütme, öğretmenin sınıfta tartışma topluluğu (community of enquiry)
oluşturmasıyla gerçekleştirilmelidir. Buradan hareketle okulların etik değerlerin
kazandırılmasında önemli işlevi olduğu söylenebilir. Devlet, toplum üyelerinin ortak
değerler etrafında toplanabilmesi için çocukların küçük yaştan itibaren etik değerleri
kazanmaları konusunda çaba göstermeli; öte yandan öğrencilerin mutluluğu için bireysel
farklılıklarını göz ardı etmeden demokratik eğitim süreçlerini işletmelidir.
5. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Antik çağda site devletlerinde süren bolluk ve refah, sakinlerinin hayata bakış açısını da
etkileyerek insanların hayattan zevk almaya, acıdan kaçmaya yönelmelerine yol açmıştır.
Savaşlar sonucu, site devletlerinin çökmesiyle bireyler, kendi kurtuluşlarını garanti altına
almanın peşine düşmüşlerdir. Kendi kurtuluşlarının bir yaratıcının elinde olduğunu
düşündüklerinde, yaratıcılarının çizdiği kadere boyun eğmişlerdir. Aydınlanma çağına
gelindiğinde, aklın ve doğa bilimlerinin önderliğinde yeni yeni düşünce akımları ortaya
çıkmış; bunun sonucu olarak da toplum yapısında değişmeler olmuştur. Artık tek tek
bireylerin mutluluğunu sağlamaktan ziyade tüm toplumu mutlu edecek evrensel
sözleşmeler yapılmaya başlanmıştır. Bilginin birikimli bir biçimde ilerlemesiyle
iletişimden makine yapımına varıncaya kadar çeşitli endüstriler, kendilerini yenilemiş;
yeni endüstriler gelişmiştir. Bu gelişme, örgütlerde yönetim ve kontrolün gelişmesine
neden olmuştur.
Teknolojide ve endüstrilerde bu gelişmeler yaşanırken öte yandan tıpkı antik çağ
köleliğinde olduğu gibi yeniçağda ve devamındaki yakın çağın ilk yüzyılında da kölelik
önem kazanmıştır. Kâr amacına dayalı örgütlerin, insanları sosyal güvencesiz ve düşük
ücrete çalıştırmaları, sermaye sahiplerinin daha da zenginleşmesine yol açmıştır. İnsanlar,
Tanrı buyruğuna uygun biçimde çileci bir yaşam sürerken, kaynakları tüketmektense
biriktirmeyi tercih etmeleri ile birlikte kapitalizmin gelişmesine katkıda bulunmuşlardır.
Fakat modernleşme çağının başlamasıyla kapitalist düşünce sisteminin gelişmesi,
insanları ürettiklerinden daha çok harcamaya teşvik etmiştir. Bunun sonucunda insanlar
yaşamdan en fazla zevki almak için daha çok harcamışlar; bireysel mutluluğu, bencilliği
yaşam felsefesi haline getirmişlerdir.
Hazcılık ile çilecilik arasında gidip gelen insanın, ahlâkî değerleri de bu iki güç tarafından
şekillenmektedir. Değerlerle ilgili tartışmalar söz konusu olduğunda, hedonist eğilimlerin
asketik değerlere göre insan davranışlarını daha fazla şekillendirdiğini söylemek
mümkündür. Bununla birlikte asketik değerlerin, bireylerin hedonist eğilimlerinin ürünü
olan kendilerine ve topluma zarar verme ve/veya yararlı olamama davranışlarını
törpülemesi bakımından bir denge rolü üstlendiği ileri sürülebilir. Birey davranışlarını
istendik yönde değiştirmeyi amaçlayan eğitimin kurumu olarak okullar, öğrencilerin
hedonist eğilimlerinin gözlendiği ve asketik değerlerin kazandırıldığı mekânlardır.
Öğrencilerin topluma faydalı birer yurttaş olarak yetiştirilmeleri çabasının yanında
onların mutluluğu gözetmek için de çaba gösterilmelidir. Bu ise öğrencilerin bireysel
farklılıklarını gözeterek, her öğrenciden aynı akademik performansı göstermesini
beklemeyerek gerçekleştirilebilir. Öte yandan program geliştirme uzmanları tarafından
asketik değerler de okul yaşamına adapte edilmeye çalışılmaktadır. Öğrenciyi yaşama
hazırlayan yerler olarak okullar, öğrencilere etik değerleri kazandırma görevini
üstlenmektedir. Geleceğin mimarı olarak öğrencilerin, ortak toplumsal değerler etrafında
toplanabilmesi için etik ilkeleri benimsemesi gerekmektedir. Bu noktada, ülkemizde
öğretim programlarına yansıtılan değerler eğitimi kapsamında sorumluluk, saygı, empati,
adil olma gibi değerler öğrencilere kazandırılmaya çalışılmaktadır. Bu yönde yürütülen
çalışmaların bireylerin hedonist eğilimlerinin gücü kabul edilerek ve bireysel farklılıklar
gözetilerek yürütüldüğü takdirde daha etkili sonuçlara ulaşacağını ileri sürmek
mümkündür.
KAYNAKÇA
Ames, C., & Ames, R. (1984). Systems of student and teacher motivation: Toward a
qualitative definition. Journal of Educational Psychology, 76(4), 535-556.
Anık, C. (2000). Siyasal ikna. (1.Basım). Ankara: Vadi Yayınları.
Arslan, A. (2007). Felsefeye giriş. (10. Baskı). Ankara: Adres Yayınları.
Arslan, M. (2001). The work ethic values of Protestant British, Catholic Irish and Muslim
Turkish managers. Journal of Business Ethics, 31, 321-339.
Arslan, M., & Berkman, A. Ü. (2009). Dünya’da ve Türkiye’de iş etiği ve etik yönetimi.
İstanbul: TÜSİAD.
Audi, R. (1999). The Cambridge dictionary of philosophy. (2nd Edition). UK: Cambridge
UniversityPress.
Avcı, G. (2006). Comparing integration policies and outcomes: Turks in the Netherlends
and Germany. Turkish Studies, 7(1), 67-84.
Aydın, İ. (2012). Yönetsel, mesleki ve örgütsel etik. (5. Baskı). Ankara: Pegem Akademi.
Aydın, İ. (2016). Akademik etik. Ankara: Pegem Akademi.
Aydın, M. (2007). Çağdaş eğitim denetimi. (5. Baskı). Ankara: Hatiboğlu Yayınevi.
Balcı, A., Baltacı, A., Fidan, T., Cereci, C., & Acar, U. (2012). Örgütsel sosyalleşmenin,
örgütsel özdeşleşme ve örgütsel vatandaşlıkla ilişkisi: İlköğretim okul yöneticileri
üzerinde bir araştırma. Eğitim Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 2(2), 47-74.
Baltacı, A. (2017). Eğitim örgütlerinde bilgi uçurma sürecinin yönetilmesi. Uluslararası
Sosyal ve Eğitim Bilimleri Dergisi, 4(7), 43-62.
Baransel, A. (1993). Çağdaş yönetim düşüncesinin evrimi. İstanbul: İstanbul üniversitesi
İşletme Fakültesi Yayınları.
Bauman, Z. (2005). Work, consumerism and the new poor. (2nd Edition). New York:
Open University Press.
Bentham, J. (1823). An introduction to the principles and morals and legislation. Vol II.
London: Printed for W. Pickering.
Berlin, I. (1958). Two concepts of liberty. A Lecture Given in Oxford University. (Erişim:
http://www.wiso.uni-hamburg.de/fileadmin/wiso_vwl/johannes/
10.10.2013),
Ankuendigungen/Berlin_twoconceptsofliberty.pdf
617
Anemon Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2017; 5(3): 597-621
Bilecik
İl MEM
(Erişim: 18.02.2017),
http://bilecik.meb.gov.tr/dosyalar/82011/adfbef4c26478115d02a62f212613a105.pdf
(2017). Değerler Eğitimi Yönergesi.
Bozkurt, V. (2000). Püritanizmden hedonizme yeni çalışma etiği. Bursa: Alesta Basım
Yayım Dağıtım.
Bozkurt, V. (2005). Püritan etiğin sonu ve post- endüstriyel dönüşüm, A. Keser (Editör).
Çalışma yaşamında dönüşümler: Örgütsel bakış. (2. Basım). Ankara. Nobel Yayın
Dağıtım, ss. 33- 61’deki makale.
Bozkurt, V. (2011). Değişen çalışma kültürü. (Ed. V. Bozkurt & F. Güneş). Ekonomi
sosyolojisi. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Web- Ofset Tesisleri.
Campbell, C. (2005). The romantic ethic and the spirit of modern consumerism. Great
Britain: Alcuin Academics.
Cubberley, E. P. (2004). Eğitim tarihi I: Eğitim uygulamalarının ve eğitimin gelişmesinin
batı medeniyetinin genişlemesinde ve gelişiminde bir süreç olarak düşünülmesi. (Çev.
E. Noyan). Ankara: Yeryüzü Yayınevi.
Davis, T. R. (1972). Puritanism and physical education: The shroud of gloom lifted. Sport
History Review, 3(1), 1-7.
Elchardus, M. (1991). Flexibile men and women. The changing temporal organization of
work and culture: An empirical analysis. Social Science Information, 30(4), 701-725.
Erdemli, Ö. (2015). Teachers' withdrawal behaviors and their relationship with work
ethic. Eurasian Journal of Educational Research, 60, 201-220.
Fırat, Ş. N. (2010). Okul müdürü ve öğretmenlerin okul kültürü ile değer sistemlerine
ilişkin algıları. Eğitim ve Bilim. 35(106), 71- 83.
Fidan, T. (2016). Kamu ve özel ortaöğretim okulları yönetici ve öğretmenlerinin örgütsel
meşruiyet algıları. Doktora Tezi. Ankara: Ankara Üniversitesi.
Fitzpatrick, J. R. (2006). John Stuart Mill’s political philosophy: Balancing freedom and
collective good. London: Continuum.
Flew, A. (1985). A dictionary of philosophy. London: Macmillan Reference Books.
Ford, D. Y, Grantham, T. C., & Bailey, D. F. (1999). Identifying giftedness among
African American males: Recommendations for effective recruitment and retention.
(Ed.: V. C. Polite, & J. E. Davis). In African American males in school and society.
New York: Teachers College Press.
Gardner, R., Cairns, J., & Lawton, D. (2005). Education for values: Morals, ethics and
citizenship in contemporary teaching. US: Cogan Page Limited.
Giddens, A. (2008). Sosyoloji. (Çev. A. Sönmez, Ed. C. Güzel). İstanbul, Kırmızı
Yayınları.
Global Brittannica
(2014). Encyclopedia Britannica.
(Erişim: 08/01/2014),
http://global.britannica.com/EBchecked/topic/484034/Puritanism
618
İnci ÖZTÜRK FİDAN, Hedonizmden Püritanizme: Eğitim Felsefesi
Habermas, J. (1990). Moral consciousness and communicative action. Cambridge: MIT
Press.
Hançerlioğlu, O. (1967). Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Varlık Yayınları.
Hardin, R.(2003). Liberalism, constitutionalism and democracy. (2. Edition). Oxford:
Oxford University Press.
Herring, D.
(2003). The puritans and
education.
(Erişim: 16.02.2017),
http://www.davesexegesis.com/wp/wp-content/uploads/2006/07/Puritans%20and%
20Education.pdf
Hofstede, G. (2014). Organisational Culture. (Erişim: 15.01.2014), www.geert-
hofstede.com/organisational- culture.html
Hotaman, D. (2010). Demokratik eğitim: Demokratik bir eğitim programı. Kuramsal
Eğitimbilim, 3(1), 29-42.
Ishii, R., Tamai, R., & Kera, M. (2016). The interaction effect of time beliefs and interests
in learning on academic performance among Japanese junior high school students.
Time & Society, 0(0), 1-10.
İstanbul İl MEM (2017). Değerler Eğitimi Yönergesi. (Erişim: 18.02.2017),
http://www.istmem.com/Sayfa/24/Degerler-Egitimi.aspx
Jones Jr., H. B., Furnham, A., & Deile, A. J. (2010). Religious orientation and the
Protestant work ethic. Mental health, religion and culture, 13 (7- 8), p. 697- 706.
Kang, N. (2009). Puritanism and its impact upon American values. Review of European
Studies, 1(2), 148-151.
Kelly, P. (2009). J. S. Mill on Liberty. (Ed.: D. Boucher, & P.Kelly). In Political
Thinkers: From Socrates to the Present. Oxford: Oxford University Press.
Klosko, G. (2013). History of political theory: An introduction. Volume II: Modern.
(Second Edition). Oxford: Oxford UniversityPress.
Kongar, E. (2012). Toplumsal değişme kuramları ve Türkiye gerçeği. İstanbul: Remzi
Kitabevi.
Kuçuradi, I. (2016). Değerler eğitiminin bazı önkoşulları. Hayat Boyu, 1, 52-53.
MacMillan, S. (2006). Motivation in organizations. (Ed. A. J. Mills, J. C. H. Mills, C., &
Forshaw, J. Bratton). Organizational behaviour in a global context. Canada:
BroadviewPress.
Mann, M. J., Taber, T. D., & Haywood, K. J. (2013). Work ethic revisited: Identifying
and operationalizing new dimensions of work ethic a century after Weber. Journal of
Business Disciplines, 1527- 151X/Vol XI, Nr. 1.
Marx, K. (1986). Kapital I. Cilt. (3. Baskı). (Çev. A. Bilgi). İstanbul, Sol Yayınları.
Matson, W. I. (1998). Hegesias; the death- persuader; or the gloominess of hedonism.
Royal Institute of Philosophy, 73 (4), 553- 557.
619
Anemon Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2017; 5(3): 597-621
McMurray, A., & Scott, D. (2013). Work values ethic, GNP per capita and country of
birth relationships. Journal of Business Ethics, 116, 655- 666.
Merriam-Webster
(2013). Merriam-Webster Dictionary.
(Erişim: 09.12.2013),
http://www.merriam-webster.com/dictionary/labor
Merriam-Webster
(2013). Merriam-Webster Dictionary.
http://www.merriam-webster.com/dictionary/travail?show=0&t=1386608601
(Erişim: 09.12.2013),
Meyer, L. H., & Evans, I. M. (2003). Motivating the professoriate: Why sticks and carrots
are only for donkeys? Higher Education Management and Policy, 15(3), p.151- 167.
Mill, J. S. (1863). On Liberty. (2nd Edition). Boston: Ticknor and Fields.
Miller, M., Woehr, D., & Hudspeth, N. (2002). The meaning and measurement of work
ethic: Construction and initial validation of a multidimensional inventory. Journal of
Vocational Behavior, 60, 451- 489.
Noddings, N. (2003). Happiness and education. Cambridge: Cambridge University Press.
Lacey, A. R. (1996). A dictionary of philosophy. (3rd Edition). London: Routledge.
Ladenburg, T. (2014). Chapter 4 The Theory of Laissez-Faire. Lesson Plans: Critical
Issues and Simulations Units
in American History. (Erişim: 15.01.2014),
http://www.digitalhistory.uh.edu/teachers/lesson_plans/lesson_plan_ladenburg.cfm
Laertius, D. (1925). Lives of eminent philosophers. (Çev. R. D. Hicks). London: William
Heinemann. (Eserin orijinali üçüncü yüzyılın ikinci yarısında yayımlandı).
Lafargue, P. (1999). Tembellik hakkı. (Çev. V. Günyol). İstanbul, Çağdaş Matbaacılık
Yayıncılık Ltd. Şti. (Eserin orijinali 1883’te yayımlandı).
Lampe, K. (2015). The birth of hedonism: The Cyrenaic philosophers and pleasure as a
way of life. New Jersey: Princeton University Press.
Lebrun, M. & Williams, K. (2014). Healthy children, healthy minds: Helping children
succeed now for a brighter future. Maryland: Rowman & Littlefield Education.
Özlem, D. (2010). Etik ahlak felsefesi. İstanbul: Say Yayınları.
Özoğlu, M. (2012). Yükseköğretime geçiş ve özel dersaneler. Eğitime Bakış Eğitim-
Öğretim ve Bilim Araştırma Dergisi, 8 (23), 47-57.
Preus, A. (2007). Historical dictionary of ancient Greek Philosophy. Maryland:
Scarecrow Press.
Rawls, J. (1999). A theory of justice. (RevisedEdition). Cambridge, MA: Harvard
University Press.
Rosenau, P. M. (1992). Post-modernism and the social sciences: Insights, in roads and
intrusions. UK: Princeton University Press.
Rosenbloom, S. R., & Way, N. (2004). Experiences of discrimination among African
American, Asian American, and Latino adolescents in an urban high school. Youth &
Society, 35(4), 420-451.
620
İnci ÖZTÜRK FİDAN, Hedonizmden Püritanizme: Eğitim Felsefesi
Saylı, H. (2008). Geleneksel yönetim paradigmasının sınırlayıcı alanlarına karşı post-
modern yönetim paradigmasının geliştirici alanları. Afyon Kocatepe Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 10 (2), 181- 200.
Schein, E. (1990). Organizational culture. American Psychologist Published, 45 (2), 109-
119.
Schofield, P. (2009). Bentham: A Guide to Perplexed. New York, NY: Continuum
International Publishing Group.
Schwartz, S., & Sagiv, L. (1995). Identifying culture, spesifics in the content and structure
of values. Journal of Cross-Cultural Psychology, 26 (1), 92- 116.
Shipton, C. K. (1958). The puritan influence in education. Sesquicentennial Symposium,
8 March 1958, Moravian College, Bethlehem.
Story, M. L. (1973). Education and the new puritanism. The Clearing House: A Journal
of Educational Strategies, Issues and Ideas, 47(9), 515-518.
Stroll, A., Long, A. A., Bourke, V. J. & Campbell, R. (2008). Etik kuramları. (Çev. M.
Türkeri). Ankara, Lotus Yayınevi.
Tawney, R. H. (1922). Religion and the rise of capitalism. USA: The New American
Library.
TDK
(2013).
Türk Dil Kurumu Güncel
(Erişim:
09.12.2013), http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=T
DK.GTS.52a602805da6f0.28124228
Sözlük.
Türkçe
TDK
(2013).
Türk Dil Kurumu Güncel
(Erişim:
09.12.2013), http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=T
DK.GTS.52a6028ad7c847.14710238
Sözlük.
Türkçe
The Free Dictionary (2013). The Free Dictionary By Farlex. (Erişim: 23.12.2013),
http://www.thefreedictionary.com/work+ethics
Vasu, M. L., Stewart, D. W., & Garson, G. D. (1998). Motivation in organizations.
Organizational behavior and public management. (Third Edition). USA: Marcel
Dekker Inc.
Weber, M. (1958). The Protestant ethic and the spirit of capitalism. (T. Parson Trans).
New York: Charles Scribner’s Sons.
Weber, M. (1999). Protestan ahlakı ve kapitalizmin ruhu. (Çev. Z. Gürata). Ankara:
Ayraç Yayınevi.
Weis, L., & Fine, M. (2004). Extraordinary conversations in public schools. (Ed: L. Weis,
& M. Fine). Working method: Research and social justice (pp. 121-149). New York:
Routledge.
Wren, D. A. (2005). The history of management thought. (Fifth Edition). USA: John
Wiley & Sons, Inc.